Yapmıyorsan istemiyorsundur...

Yapmıyorsan istemiyorsundur...

24 Aralık 2017 Pazar

Lego Technic yarış bisikleti

Herkese esenlikler,

Bu blogu yazmaya karar verdiğimde, amaçlarımdan biri de Lego Technic modellerimi paylaşmaktı. Ama ne yazık ki bunu şimdiye kadar yapamadım. İşte bu konuya bir giriş yapmak amacıyla bu yazıyı hazırladım. Aslında yazıdan daha çok görsel ve izleti.

Lego teknik ile yaptığım modelleri genelde ya profesyonel yaşantımda uğraştığım alanlardan seçiyorum ya da spor. Bu ilk paylaşım spor ile ilgili. Bir bisiklet modeli. Adım adım yapma yönergesi hazırlayamadım. Zaten model incelendiğinde çok karmaşık olmadığı görülecektir. Önce bir kaç görsel...




Görüleceği üzere, bisiklet tek vitesli ve güç aktarma sistemi işlevsel. Birden fazla vites koymayı başaran biri var mı emin değilim. Ama bundan sonraki amaçlarım arasına girdi bile bu konu. Fren sistemi yok. Bisikleti çirkinleştirmeden koymanın bir yolunu henüz bulamadım. Lastikler ve jant lego nun motorsiklet için çıkardığı ürünler ama daha iyisini bulamadım. Bunun dışında, kadroyu futuristik triatlon bisikletleri gibi yapmak istedim. Sele borusu ve gideonda ise yeni nesil aero bisikletleri örnek aldım.

Bu blogda tanıttığım gerçek bisikletimle lego yarış bisikletimin yanyana koyduğumuzda ise şöyle bir görsel ortaya çıktı.



Bu da işlevselliği gösteren bir izleti...


Bu bisikletin 2. sürümü üzerinde çalışıyorum şu sıralar. Tamamladığımda ve eğer içime sinerse yine buradan paylaşıyor olacağım.

Bu bir başlangıç olsun.

Herkese esenlikler,

10 Aralık 2017 Pazar

Gloria Ironman 70.3 Türkiye Yarışı Yazısı

Herkese esenlikler,

1 küsür sene önce kafama koyduğum ve yaklaşık 1 sene önce hazırlanmaya başladığım Ironman 70.3 Türkiye yarışını başarıyla tamamlamış olarak karşınızdayım. Ben hazırlanmaya başladığımda, Ironman Türkiye 2. kez yapılmıştı ancak yarışı anlatan bir yazıya rastlamamıştım. Ironman düşüncesi kafama girene kadar ise triatlona dair fikrim televizyondan izlediklerimden ibaretti. Yüzme sporunu izlemeyi çok severdim ancak uygulamaya geldiğinde aynı duygulara sahip değildim (hala da değilim ve birazdan anlatacaklarımdan ötürü daha da soğudum). Bisikleti çocukluktan beri çok severdim ama şimdiye kadar hep dağ bisikleti sürmüştüm. Triatlon kapsamındaki 3 daldan en çok güvendiğim ve kendimi rahat hissettiğim koşuydu ama onu da tek başına yapmak bile yeterince zordu... E nasıl olacaktı bu iş? Yapanlar nasıl yapıyordu?

Bu yazıda amacım, konuyu tüm yönleriyle (donanım seçiminden, yarış taktiklerine kadar) ele almak ve yeni başlayanlara ve başlamayı düşünenlere yol gösterici olmak. Konuyu 3 bölümde ele alacağım: Hazırlık aşaması, Yarış ve Yarış sonrası düşüncelerim.

Haydi başlayalım...

Hazırlık Aşaması:


Soruların yanıtını aramaya akademik olarak yaklaştım ve bu işi en iyi anlatan kitapları buldum. Bunlardan en çok yararlandığım Friel ve Vance'ın "Triathlon Science" adlı kitabı oldu (bakınız aşağıdaki bağlantı)


Dr. Friel, bu işe çok uzun yıllarını vermiş bir sporcu ve çok sayıda başarılı sporcunun da koçu. Bu kitabın diğerlerinden ayırdı, triatlonu bilimsel bir pencereden ele alması, sadece dallara yönelik değil bu işin ayrılmaz bir parçası olan beslenme ve enerji sistemlerine de çok açıklayıcı bir biçimde değinmesi.
Değişik triatlon mesafelerine (olimpik, Ironman 70.3 veya Ironman 140.6)  ayırabileceğiniz zamana uygun antrenman programlarına, psikolojiden fizyolojiye kadar herşeyi bulabilirsiniz. Ben okurken çok faydalandım ve herkese tavsiye ederim.

Bundan önceki yazılarımda, bisiklet seçimi, saat seçimi, bisiklet taşıma çözümü gibi konulara değinmiştim. Dolayısıyla, bu yazıda daha çok Demir Adam 70.3 yarışına yönelik bisiklet, koşu ve yüzme çalışmalarını nasıl sürdürdüğüme değineceğim.

Triatlon ve triatletler için kullanılan komik bir deyiş var. İngilizcesi, "Triathlethe: A person who does not understand that one sport is enough". Türkçesi ile "Triatlet: Bir sporun yeterli olduğunu anlamayan sporcu". (Bakınız aşağıdaki görsel)


Zaten zorluk da buradan kaynaklanıyor. Sporcular çoğu zaman uzmanlaştıkları dallarda çalışmalarını sürdürürler ve kafalarında yalnızca bu spor dalı vardır. Tamam günümüzde çoğu dallarda tamamlayıcı güç çalışmaları (ağırlık çalışmaları) yapılıyor ancak yine de sporcunun aklında tek bir şey var o da uğraştığı dal. Triatlonda ise birbirinden farklı 3 dalda yarışıyorsunuz ve aslında üçü de birbirinden farklı. Çalıştırdıkları kas grupları bile farklı. Bu da sizin komple bir sporcu olmanızı gerektiriyor. Ve bitirdiğinizde de "Demir Adam" unvanını taşımanızı.

Yukarda değindiğim betikte, hazırlandığınız mesafeye göre uygulamanız gereken tipik çalışma programları uzun uzun anlatılıyor. Hatta 1 haftada ayırabileceğiniz toplam zamana göre çalışma programları ve zamanınızı dallar arasında nasıl paylaştırmanız gerektiği de. Peki çalışan bir insan için bu programları uygulamak kolay mı? Yanıtım hayır. Zira hepimizin yaşamlarının getirdiği zorluklar ve sorumluluklar bulunmakta ve tüm bunlardan sıyrılıp bu tarz programları katıksız bir şekilde uygulamak oldukça güç. Hele bir de kendi kendinizin koçuysanız ve bir klüp sporcusu değilseniz, işler daha da zor.

Ben zor olan patikadaydım. Yani kendi kendimin koçuydum. Spor fizyolojisi ve anatomisi hakkında bilgi sahibi olduğum için okuduklarımı anlamak ve uygulamak zor olmuyordu. Ama her konuda olduğu gibi burada da doğru olanı ilk seferde bulamıyorsunuz. Bir de buna her sporcunun korkulu düşü olan sakatlıklar eklenince işler iyice sarpa sarıyor. İşte bu anlarda hedeflerinize bağlı kalmak ve yılmamak çok önemli.

Peki ben ne yaptım? 3 daldan en çok güvendiğim dal olan koşuyu cepte varsaydım. Çünkü koşmak içgüdüsel birşey. Yarışa 1 sene kaladan itibaren aksatmadan her hafta en az 2 kez koştum ki cepte olduğunu düşündüğüm bu daldan gol yemeyeyim. Bu koşular benim taban sıkılık katmanımı (base fitness layer) oluşturdu. Bu koşularda 10 ila 20 km arasında değişen mesafeleri hedefledim. Yani 1 sene boyunca sürekli bu mesafeleri koşabilecek seviyede kaldım. Ayda 1 kez ise dağ bayır tırmanış (trail running) koşuları yaptım. Dağ bayır tırmanış koşularının bir insanın kardiyovasküler sıkılığına olan katkılarını anlatamam. Bununla beraber, koşu hakkındaki bilgi birikimimi geliştirmeyi ihmal etmedim (bahsettiğim betiği okuyarak).

Koşu bu şekilde ilerlerken yaşamıma bisikleti soktum. Bisiklet yine çocukluktan beri içgüdüsel olarak sürdüğümüz bir aygıt ancak gerek teknoloji gerekse dalın kendisi olarak insanlığın geldiği yer bizim hatırladığımızın çok çok ötesinde. Sürekli hafifleyen bisikletler, bisiklete özel giyim kuşam, bisiklet üzerinde beslenme, uygulanması gereken çalışma programı vb. tüm konuları sıfırdan öğrenmek zorunda kaldım. Aslında benim gibi öğrenmeye meraklı birisi için bu çok heyecan verici bir meydan okumaydı. Düşünsenize her gün yeni birşey öğreniyorsunuz. Bazen sabah okudğunuz birşeyi akşama uygulayabilmek için sabırsızlanıyorsunuz. Ben daha önceki yazılarımda anlattığım bisikletimi aldığımda aylardan Temmuzdu (2016) ve Ankara'da havalar çok güzeldi ve günler uzundur. İşten eve gelir gelmez kendimi bisikletin üzerinde buluyordum. Ancak sonra kış kendini gösterdi ve bisiklete binmek her geçen gün daha da zorlaştı. Bisiklete binme azmim değişmemişti ama binebilmek için gereken giyim unsurları bile insanı yıldırıyordu. Tayt, rüzgarlık, yüz maskesi, eldiven vs. vs. İşte bu noktada ev çalıştırıcısı (home trainer) almaya karar verdim. Bu çalıştırıcılar yıllardan beri evde çalışma yapmak isteyen bisikletçilerin dostu olagelmiştir. Ancak o kadar çok çeşit ve o kadar geniş bir fiyat aralığı vardı ki... Diğer bir konu ise, ev çalıştırıcılarında bisiklet sürmek çok sıkıcıydı. Zaman içerisinde bunu zevkli hale getiren bazı uygulamalar çıkmıştı ama yine de evdeydiniz ve rüzgarın yüzünüze çarpmasını (motorun yaptığı dalga köpürtmesi gibi oldu) hissedemiyordunuz. Derken tam sıralarda dünyada iyice popüler olan ve çalıştırıcılarına dayalı bir oyun platformu olan Zwift ile tanıştım. İnanılmaz bir fikirdi. Ev çalıştırıcısında bisiklet süren binlerce insan, oldukları yerden dünyadaki diğer kullanıcılarla yarışabiliyor ve çalışma sürüşleri yapabiliyordu. Zwiftin desteklediği ev çalıştırıcılarından en baz modellerden biri olan, Elite Superchrono E-force'u almaya karar verdim (Bakınız ev çalıştırıcısı üzerindeki bisikletim, henüz halılar tanınmayacak hale gelmemiş)


Ne yazık ki yatırımlar bununla bitmedi. Ev çalıştırıcısıyla Zwiftin haberleşebilmesi için, hız (ve veya kadans bilgisi) bilgisini bilgisayara aktarmanız gerekiyor. Bunu başarabilmek için bilgisayarınıza bir Ant+ alıcısı, bisikletinize ise hız ve kadans (dakikada çevirdiğiniz pedal sayısı) ölçer takmanız gerekiyor. Bir dizi araştırmadan sonra, Ant+ aktarıcısını, Garmin Hız ve Kadans ölçerleri Amazon'dan sipariş ettim. Sonra da aylık 10 $'a Zwift üyeliğimi başlattım. Tüm bunları tamamladığımda aylardan Ocak'tı (2017) ve yarışa 10 aydan az bir süre kalmıştı. Ve dahası bisiklet sporunda kitaptan okuduklarım bakımından başlangıç aşamasındaydım.

Ama çok heyecanlıydım. Zira bisiklet sporunda günümüzde ölçülen en önemli parametre olan üretilen güç miktarını ölçebiliyordum. Bisikletle uğraşanlar bilirler, yaptığınız çalışmanın en önemli ve yanılmaz tanımlayıcısı ürettiğiniz ortalama güçtür. Bu sayede, "Bugün çok yoruldum", "Bugün çok iyi çalıştım" gibi muğlak ifadeler yerine "bugün ortalama 250 W ile 1 saat sürdüm" gibi bilimsel ölçemleri kullanabilir hale gelirsiniz.

Tüm donanımım tamamlanınca, ağırlığımı iyice bisiklete verdim. Haftada en az 5 kere bisiklet sürmeye başladım. Zamanımın kısıtlı olduğu günlerde ise kısa ama yoğun çalışma programları uyguladım. Ve üretebildiğim ortalama güç değerlerindeki gelişmeyi takip ettim (birazdan bu konuya ayrı bir parantez açacağım). Tüm bunlar için Zwift şart mıydı? Aslında değildi. Ürettiğiniz güç değerlerini ve bu alandaki gelişminizi takip ettiğiniz müddetçe şart değil. Ancak her geçen gün birçok veri üretiyorsunuz ve gelişminizi kendiniz takip edecekseniz mutlaka bir programa ihtiyaç duyuyorsunuz. Zwift bunu belli bir seviyede sizin için yapıyor. Yeterli mi diye soracak olursanız, ortalama bir kullanıcı için yeterli olabilir ama benim gibi veriye aç biriyseniz daha fazlasına gerek duyabilirsiniz. İşte bu noktada ise Golden Cheetah devreye giriyor.  Golden Cheetah, triatletler veya bu dallardan herhangi biriyle ilgilenen sporcular için geliştirilmiş açık kaynak bir yazılım. Ve yetenekleri neredeyse sonsuz. Elde ettiğiniz tüm verileri (her dalda) yükleyebildiğiniz ve her daldaki gelişminizi ayrı ayrı gözlemleyebildiğiniz süper bir yazılım. Ben bu yazılımı, Şubat ayında keşfettim ve öyle çok faydalandım ki anlatamam (Strava ve TrainingPeaks gibi siteler de buna benzer hizmetler sunuyor ama Golden Cheetah'ın yetenekleriyle kıyaslandığında, bu sitelerin paralı sürümleri bile çok yetersiz kalıyorlar. Ben her iki siteyi de kullanıyorum ama sadece verilerimi saklamak için).

Golden Cheetah'ı daha etkin bir şekilde kullanmaya başladıktan sonra, Ironman için hedefler koymaya ve bu hedeflerin  neresinde olduğumu takip etmeye başladım. Bisiklet için en önemli parametrelerden biri kütleydi. Yani siz artı bisikletin toplam kütlesi. Benim bisikletim pedallar ve  aerobarlar dahil 9 kg civarındaydı. Bisiklet dünyasını bilenler, kütle azaltmak için yapılması gereken yatırımların ne kadar astronomik boyutlara ulaşabildiğini bileceklerdir. Ve neredeyse bu işin sonu yok gibi. Bir bileşenin daha hafifini alıyorsunuz ondan da daha hafifini çıkarıyorlar. Ben de bir karar vermek zorundaydım: ya her hafifleşme çabasının peşinden gidecektim ya da kendi kütlemi azaltacaktım. Ben daha ucuz yöntem olan kendi kütlemi azaltma yoluna gittim. Ve kendime, yarışa 75 kg ile gitme hedefi koydum. Bu hedefi koyduğumda 84 kg civarındaydım. Ve o sıralarki İşlevsel Sınır Gücüm (Functional Treshold Power (FTP) yani, 1 saat boyunca üretebileceğiniz en yüksek ortalama güç) 280 Watt'tı. 280 W tek başına birşey ifade etmediğinden, bisiklet sporunda üretebildiğiniz gücü kütlenize bölerek normalize ediyorsunuz. Dolayısıyla, ilk ölçümlerim sırasında 3.3 W/kg'lik FTP'ye sahiptim. Sınıflamalara bakıldığında bu ortalama bir değerdi. Ironman için yeterliydi belki de ama ben kendime 4 W/kg'lik bir hedef koydum. Bunun için yapmam gereken şey, hem kütlemi azaltmak hem de FTP'mi artırmaktı ve hiç de kolay değildi.

Ama her geçen gün daha da geliştiğimi hissettim. İlkyazın (baharın) gelmesi ile birlikte kilo vermem de hızlandı. Temmu ayı geldiğinde 80, Ağustos'ta 78 ve Eylül sonunda 76 kg'ye ulaşmıştım. FTP'deki artış ise aynı şekilde gelişmedi. Araya giren tatiller ve iş güç derken ancak Eylül sonunda 309 W'lık FTP'ye ulaştım. Bu hedeflediğimden de iyiydi (4.06 W/kg) ve sınıflandırmalara bakıldığında Category 3 sürücüler seviyesindeydi (hatta biraz daha zorlasam Category 2 olacaktım). Tüm bu artışları sağlarken Zwift'te bulunan hazır FTP test protokllerini takip ettim. Dürüst olmak gerekirse Zwift bu konuda oldukça yardımcı oldu. Ekrandaki komutları takip etmek zaten çok ama çok zor birşey olan FTP Test'ini tamamlamayı olası kıldı.

Koşu ve bisiklet bu şekilde ilerledi. Haftasonları ise mutlaka çoklu çalışma yaptım. Yani sabah koşu öğleden sonra bisiklet veya peş peşe her ikisi (buna İngilizce'de "brick training" (tuğla çalışması) diyorlar). Peki yüzme için ne yaptığımı soracak olursanız... Neredeyse hiç birşey. Yanlış anlaşılmasın, bu bir öneri değil. Hatta yukarda bahsettiğim kitabı okursanız, her bir dala ayrı ayrı önem vermeniz gerektiği uzun uzun anlatılıyor. Ama bir işin pratiği var. Ben şanslıydım ve üyesi olduğum spor klübünün yüzme havuzu vardı. Ama bu havuzun boyu 17 m idi. Yani yüzme şansım vardı ama çoğu zaman doluluk gibi sebeplerden esaslı bir yüzme idmanı yapamıyordum. Bununla beraber şunu görmüştüm: öyle veya böyle, 1 km'lik bir yüzmede, 2 dakika/100 m'lik tempoyu rahatlıkla tutturabiliyordum (hiç birşey yapmadım dediysem bir bildiğim vardı da yapmadım:)). Burdaki tek bilinmezlik şimdiye kadarki tüm yüzmelerimi havuzda yapmıştım ve açık su da zamana karşı yüzmeye dair hiç bir tecrübem yoktu. Nasıl olacaktı? Yön bulma herkesin söylediği gibi bir sorun oluşturacak mıydı? Tüm bu endişelerle Eylül ayına gelmiştim. Yapacağıma dair özgüvenim dışında elde pek birşey yoktu. Antalya'da uzun zaman sonraki ilk açık su yüzme denemelerimi yaptım. Sabahları çok uzun bisiklet sürüşleri yaptığım için yüzmek için ne gücüm ne de isteğim kalıyordu. Yine de kendimi zorlayarak, kitaptan ve Adam Walker'dan edindiğim bazı çok temek şeyleri uygulamayı denedim. Bunlardan en önemli ikisi, yüzerken kafanın olabildiğince suyun altında kalması gerektiği ve yön bulurken kafayı çok kaldırmadan bakmaktı. Şaşırtıcı ama gerçek, 4 günlük Antalya kampımda, sadece toplam 1 km yüzebilmiştim ama bu iki tavsiyeyi uygulamak açık suda bile 2.00 dak/100 m'lik tempolara ulaşmamı sağlamıştı. Şimdi geriye kalan bu tempoyu 2 km boyunca uygulayabilmekti (sanki çok kolaymış gibi).

2017 Ekim ayının ilk haftasına geldiğimizde (yarışa 7 gün kala), son uzun koşu ve sürüşlerimi yapmış ve aşağıdaki hedef performans değerleri ile yarışı beklemeye başlamıştım:

Yüzme : 2.00 dak/100 m
Bisiklet : 35 km/saat ortalama hız (sürüş sırasında güç ölçemediğimden hız hedefi koydmuştum)
Koşu : 5:30 dak/1km 

Aslında koşuda çok daha iyisini yapabilecek durumdaydım ama triatlon söz konusu olduğunda koşu en son daldı ve hayatımın ilk triatlonunda bedenimin nasıl tepki vereceğini bilmediğimden temkinli olarak böyle bir hedef belirlemiştim.

Tüm bu süreçte sırtımı yasladığım ve yarışta kullanacağım spor gereçlerim ise şunlardı:

Bisiklet : Mosso TCA 735 105
Jantlar : Fulcrum Racing LG 5
Tekerlekler : Michelin Pro 3 Service Course 23 mm
Bisiklet ayakkabısı : Shimano RT-82
Gözlük: Decathlon Btwin Cycling 700
Hız algılayıcı : Garmin
Kadans algılayıcı : Garmin
Nabız ölçer : Garmin
Saat : Garmin fenix 3 HR
Koşu ayakkabısı: Adidas Energy Boost 3
Mayo: Decathlon Nabaji

Tüm bu gereçlere dair yorumlarımı daha öncek yazılarımda bulabilirsiniz.

Yarış aşaması:

Yarışa 15 Ekim 2017 Pazar günü gerçekleşecekti. Ben ise ailemle beraber 13 Ekim Cuma günü Antalya'ya hareket ettim. Daha önceki bisiklet kamplarımı da Antalya'da gerçekleştirdiğim ve bu rotayı arabamla gitmeye alışık olduğumdan yine arabayla yolculuğu seçtim. Bisikletimi taşımak içinse bir önceki yazımda anlattığım araba üstü taşıma çözümünü kullandım. Saat 11:00 gibi Gloria Sports Arena'ya vararak hemen kaydımı yaptırdım. Bunu erken halletmem çok iyi oldu zira yoğun bir idman beni bekliyordu. Çıkışta adet olarak panoda ismimi buldum:

Eşyalarımı alarak hemen otelime geldim. Çantadan çıkanları kontrol ettim ve yavaş yavaş yarış çantalarına neleri koyacağıma dair düşünmeye başladım.


Gelmeden önce dikkatlice okumuştum ama olası değişiklikler için önce yarış kitapçığına göz attım. Ve sonra idman yaklaşımımı belirledim.

Tüm hazırlıklar boyunca en az zaman ayırabildiğim dal olan yüzmeye yönelik endişelerim vardı. Bu sebeple Cuma ve Cumartesi günlerinin öznesi yüzme olacaktı. Hemen bisiklete atladım ve yarışın geçeceği parkurda 45 km'lik bir sürüş gerçekleştirdim. Form seviyem iyi durumdaydı ve fazla zorlanmadan 35 km/saat'lik ortalama hızları yakalamıştım. Bunun verdiği özgüvenle hemen yüzme parkuruna gittim. Su sıcaklığından endişeliydim ama gittiğimde Akdeniz beni öyle bir karşıladı ki sudan çıkmak istemedim. Su harikaydı ancak tek sorun yüzme her zamanki gibi çok sıkıcıydı. Cuma günü benim antrenman yaptığım saatlerde dubalar yeni yerleştiriliyordu. İlk defa açık denizde belli bir mesafeyi yüzecektim ve ilk defa yön bulma (kerteriz) becerilerimi sınayacaktım. Deniz dalgasız olduğu için düz çizgide yüzmekte zorlanmadım ve ilk günkü yüzme antrenmanımda 1600 metreyi 32 dakikada tamamlayarak hedef değerime ulaştım. Tek can sıkıcı nokta, saatime göre 1600 m yüzmüştüm ama dubalara ve yarış parkuruna göre daha yüzmem gereken 600 m daha vardı. Yani tempom iyiydi ama ya dubalar yerli yerinde değildi ya da dubaları çok açıktan almıştım. İlk gün biterken en azında şunu görmüştüm: yüzmedeki sınır zaman (cut-off time) olan 70 dakikaya takılmayacağım ortaya çıkmıştı ve bu rahatlatıcıydı. Öğleden sonra bir bisiklet idmanı daha yaparak Cuma gününü noktaladım. Yine bugün depoları doldurmak için ciddi miktarlarda karbonhidrat almaya başladım.

Cumartesi gününe erken bir kahvaltı ve ardından bisiklet idmanı ile başladım. 25 km sürerek saat 11:00 de yarış brifingine katıldım. Yarış brifingi inanılmaz bir ortam. Benim gibi ilk kez katılan o kadar çok kişi vardı ki..Ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum...

Yarış brifinginden sonra tekrar yüzme idmanına gittim. Bu sefer daha kısa yüzdüm ama bir önceki günün aynı değerlerini tekrar edebileceğimi gördüm. Bu özgüvenimi pekiştirdi. Ardından hedefim koşunun gerçekleşeceği güzergahta kısa bir koşu yapmaktı ama bu mümkün olmadı. Düzenleyiciler, koşu güzergahına ya sabah 06:00 dan önce ya da akşam 18:00'den sonra girilmesine izin veriyorlardı. Bu da pratik anlamda girememek demekti. Koşunun en güvendiğim dal olmasına da güvenerek bu idmanı yapmadım. Saat 15:00 ile 19:00 arasında bisiklet ve torba teslimi yapılacaktı. Bu şu demek: yukardaki resimde gösterdiğim tüm malzemenin, yarışta kullanacağım stratejiye göre torbalara konması ve bu torbaların bisikletle beraber geçiş alanında (transition area) bana ayrılan yere konması.

Koşu ve bisiklet torbalarımı planım doğrultusunda doldurdum. Yüzmeden çıkışta ilk bisiklet torbanızı alıp içindekileri kullanmaya başlayacaksınız. Bu nedenle içine bisiklet aşamasında gerek duyacağınız şeyler konmalı. Ben numara tutacağı, numara tutacağına iliştirilmiş enerji barları, gözlük, bisiklet ayakkabısı, çorap ve bisiklet formamı koydum. Koşu torbasına ise, koşu ayakkabısı, koşu şortu ve yedek üst koydum. Ve bisikletimi de alarak geçiş alanına hareket ettim. Tam bisikletimle birlikte geçiş alanına girecekken, kapıdaki görevliler aerobarlarımın ucu açık olduğu için beni bu halde içeri alamayacaklarını söylediler. Soğuk kanlı davrandım ve hemen çözüm aramaya başladım. Yan tarafta onarım desteği veren görevlilere elektrik bandı sordum ama bulamadım. Sonra su şişesi kapağını tutturmayı düşündüm. Tam bir oraya bir buraya koştururken aerobarlarımın öbür tarafında kapak olduğunu farkettim ve onları ön tarafa taktım. Böylelikle ilk kriz aşılmış oldu. Buradan çıkarılacak ders şu: bisikletinizdeki barların hiçbirinde delik veya açıklık olmamalı.

Bisikletimle geçiş alanında bana ayrılan yeri buldum ve bisikletimi yerleştirdim (bakınız aşağıdaki görsel)


Daha sonra da torbalarımı bırakacağım yere gittim ve torbalarımı astım (bakınız aşağıdaki görsel)

Bu noktadan sonra, sabah saat 06:00'ya kadar ne bisikletinizde ne de torba içeriğinde bir değişiklik yapma hakkınız oluyor. Bu da benim gibi ilk kez Ironman yapacak olanların üzerindeki baskıyı artırıyor: ya birşey unuttuysam?. Neyse, hem bisikletimi hem de torbalarımı üçer kere kontrol ettikten sonra çıkışa doğru ilerledim. Bu noktada size yarış çipiniz veriliyor ve ayağınıza prangayı vuruyorsunuz. Çoğu tecrübeli atlet, ertesi gün unutmamak veya çipli prangaya alışmak veya da havasını atmak için çipini bir gün önceden takmaya başlıyor. (Ben de akşam yatarken takmıştım bile). Kapıdan çıktıktan sonra yapacağınız birşey kalmıyor. Çünkü tüm spor giysilerinizi teslim etmiş durumdasınız. Aslında yapılabilecek tek şey yüzme. Onu da yapmak pek içimden gelmedi doğrusu.

Saat 17:00 gibi otele döndüm ve ailemle beraber yarışı beklemeye başladım. Zaman da geçmek bilmiyordu. Hafif bir akşam yemeğinin ardından 21:00 sularında yatağa girdim. Günün yorugunluğundan olsa gerek uyumam çok zaman almadı. Otel yönetimi atletler için yarış günü kahvaltıyı 05:30'da başlatacaktı. Benim hedefim 05:00'de kalkmak, bağırsak sistemimi düzenlemek, 05:30'da kahvaltıya başlamak, 06:30'daki servise binerek yarış alanına gitmekti.

Planıma uygun olarak, kahvaltıya başladım. Normalde ben yarış sabahları çok iştahlı olmam. Yemem gereken kadar yerim. Ama etrafınızdaki insanların karbonhidrata saldırışlarını görünce acaba ben mi yanlış yapıyorum diye düşünmeye başlıyorsunuz. Aslında bu insanların karbonhidrat yüklemesine dair doğru bildikleri yanlışlardan kaynaklanıyor. Yarış sabahı depolarınızı doldurmak için geç ve ancak kan şekerinizi yükseltebilirsiniz. Bu da sizi ancak yarışın dörtte birinde idare eder. Neyse buralar uzun hikaye ve başka bir yazının konusu. Ben yaklaşık 1000 kalorilik kolay sindirilen şekerlere dayalı bir kahvaltıdan sonra iki bardak kahvemi de içerek yarış alanına hareket ettim. Serviste geçen 5 dakikada etrafınızda konuşulanlar sizi inanılmaz heyecanlandırıyor. Son dakika taktikleri, tecrübelilerden öneriler vb. Benim kafamdaki oyun planı çok uzun süredir hazır olduğundan kimseye kulak asmadım ve etrafımı dinlememeye çalıştım.

Ve sonunda yarış günü, geçiş alanına girmiştik. Saat  06:35'di. Kapıda, son torbanız olan, yarış bitiminde size teslim edilecek tobayı bırakmanız gerekiyor. Ben altımda yüzme mayom, terliğim ve tişörtümle gelmiştim. İşte bu noktada deneyimsiliğimin ilk etkileri görülmeye başladı. Çünkü üstümdeki tişörtü ve terliğimi torbaya koyarak teslim etmek zorunda kaldım. Saat 06:35'de üstüm çıplak ve ayaklarım yalın olarak gezinmeye başladım. Benim gibi insanlar vardı ama bunlar çoğunlukla kuzey ülkelerinden gelenlerdi. Hava çok soğuk değildi ve ben soğuğa karşı dayanıklıyımdır ancak heyecan etmeni ile birlikte ciddi ciddi üşümeye başlamıştım. Ve daha yarışan 1 saatten fazla vardı. Ama bununla da başa çıkmak zorundaydım. Sanki bir bildiğim varmış özgüveni ile renk vermemeye ve çıplaklığımı düşünmemeye çalıştım.

Birçok atlet bisikletleri üzerinde son değişikleri yapıyordu. Bense hayret içindeydim zira tüm bunlar için çok geç değil miydi? Lastik değiştirenden tutun da sele boyu ayarlayana kadar her tip insan. Ben de bisikletimi son kez kontrol ettim. Lastiklerin basıncına baktım. Torbalarımın asılı durduğu yere son kez göz attım ve yapacak birşey bulamayınca geçiş alanından çıkarak sahile yani yüzmenin başlayacağı yere gitmeye karar verdim. 07:00'de yüzme parkuru ısınma yüzüşleri için açılacaktı. Ben de bu saatte sahile ulaştım. Birçok atlet Serenity Resort Otel'de yani parkurun olduğu otelde kalıyordu ve bu çok büyük avantajdı. Birçok kişinin odadan aldıkları bornoz veya havluyla yarış alanına geldiklerini gördüm. Ben ise denize girmeye tereddütlüydüm zira girmek dert değildi ama çıktıktan sonra titreye titreye yarışı beklemek sorundu. Ama bir yandan da su sıcaklığını merak ediyordum. Bu tereddütler arasında giderek artan heyecanla birlikte ısınma yüzüşü yapmaya karar verdim. Su sıcaklığı inanılamayacak kadar iyiydi. Sudan çıkasım gelmemişti. Toplamda 200 m kadar yüzüp sudan çıktım. Keşke çıkmasaydım demeye başlamıştım bile. Heyecanın da artmasıyla titremeye başladım. Daha hızlı kurumak ve ısınmak için zıplıyordum. Neyseki 07:45 de titremem durdu ve artık başlangıç alanına geçtim. Aşağıda internette tesadüfen bulduğum içinde benim de olduğum görsel de başlama alanın nasıl olduğu görülüyor.


Burada ikinci deneyimsizlik kaynaklı hatamı yaptım. Düzenleyiciler, atletlere hedefledikleri değere (yani yüzme aşamasını bitirmeyi hedefledikleri süre) göre sıralanmalarını söylediler. 30-35, 35-40, 40-45, 45-50, 55-70 sıraları vardı. Ben de hedef değerim olan 40 - 45 dakika sırasına geçtim. Bu noktada dürüstlük çok önem taşıyordu. Eğer gerçekte olduğundan daha yavaş bir sıraya girdiysen önündekilerle çarpışma şansın artıyordu. Veya gerçekte olduğundan daha hızlı bir sıraya girdiysen arkadan gelenlerin sana yetişmesi ve geçerken sana çarpmaları riski olacaktı. Ancak şu vardı hangi sırada olduğunuzun hiçbir önemi veya avantajı yoktu. Çünkü herkesin süresi ayağındaki çip çizgiden geçince işlemeye başlayacaktı. Ama işte 1500 kişinin kendi performansını net olarak tespit etmesi ve buna göre sıralanması çok olası birşey değildi.

08:00'de yarış başladı. Benim suya girmem 08:05'i buldu zira ben arkalardaydım. Yüzme en korktuğum daldı ve tüm amacım kazasız belasız bu aşamayı tamamlamaktı. Tam suya girerken sahipsiz bir çipin suda dalgalandığını gördüm. Bu kabus gibi birşeydi. Çipiniz olmadığı takdirde hiçbir yaptığınızın önemi yoktu. Önümdekilere bağırdım belki kayıp çip yakındaki birinindir umudyla. Ama hayat devam etmeliydi ve süre başlamıştı. Hafif bir üzüntü ile yüzmeye başladım. Bir süre sonra artık sadece kendimi düşünmeye başlamıştım. Ama kısa aralıklarla ayaklarımı birbirine sürterek çipimin hala ayağımda olduğunu denetliyordum. Küçük de olsa bir takıntı başlamıştı. Ama bu da yarışın bir parçasıydı. Su o kadar güzeldi ki, bir süre sonra yüzmenin keyfini çıkarmaya başlamıştım. Kendimi hiç zorlamadan her zamanki 2:00 dak/100 m tempompda yüzüyordum. Beni geçenler de oluyordu benim geçtiklerim de... O kadar endişelendiğim yüzme aşaması çok zevkli geçiyordu. Ta ki, açık deniz yüzme yarışının hiç bilmediğim yüzünü görene dek. İlk dubaya geldiğimizde yani 600 m civarında, herkes dubayı en içten dönebilmek için hareketlenmeye başladı. Dubayı içten dönebilmek önemliydi ama ben bu kadar bir rekabet olacağını tahmin etmiyordum. Ve insanların çirkin yüzünü görmeye başlamıştım. Kafama 3 veya 4 tane ayak darbesi aldım. İşin ilginç tarafı, havuzda yüzüyor olsanız ve arkanızdaki kişinin kafasına vursanız, kendinize bir çeki düzen verirsiniz, bir daha vurmamak için bir çaba gösterirsiniz. Burada böyle birşey yok, bir vuran bir daha vurmaktan çekinmiyor. Vurula vurula dubayı döndüm. Fakat o kadar dışa itilmiştim ki.. Sağ salim döndüğüme şükrederek, aynı darbeleri bir daha almamak için biraz dışa açıldım. Dışa açılmak demek daha geniş bir dairede ve dolayısıyla daha fazla mesafe yüzmek demekti. Bunu kafama takmadan ilerledim. 2 duba için kerteriz almak için kafamı kaldırdığımda, diğer yüzücülerden yaklaşık 30-40 metre açıkta yüzdüğümü fark ettim. Çok açılmıştım. Ciddi miktarda daha fazla yüzecektim. Ama çok iyi hissediyordum. 1200 metre dubasını açıktan alarak kargaşaya girmedim. 2 tane iç içe geçmiş U harfi şeklindeki bir parkuru yüzecektik. İlk U'nun sahile doğru olan kısmını yüzüyordum. Dalgaların da yardımıyla hızlandım. Beni geçenleri bir bir geçmeye başladım. "Avustralya çıkışı" adlı bir yaklaşım uygulanacaktı. Yani ilk U'yu tamamladığımızda, sudan çıkacak, başlangıç takının altından geçecek ve tekrar suya girerek ikinci U'yu yüzecektik. Sudan çıktığımda başım döndü. Ama bu normaldi. 30 dakikadır yatay durumdaydım ve birden dikeye geçince baş dönmesi olmuştu. Çipimi biraz daha sağlamlaştırıp tekrar suya daldım. İkinci U çok daha keyifli geçiyordu. Çünkü 1 yıldır kafamı kurcalayan yüzme aşaması kısa bir süre sonra son bulacaktı. Bu motivasyonla tempomu artırarak yüzdüm. 2. U'nun son bacağına geldiğimde artık heyecanlanmaya başlamıştım. Derecem nasıldı. Tempom sürekli aynıydı ama acaba bana mı öyle geliyordu. Bir kaç kere saatime bakmaya çalıştım ama durmadan görmek çok zordu. Bunu kafama takmadan devam ettim ve kıyıya ulaştım. İşte yüzme aşaması bitmişti. Takın altından geçerek duş istasyonuna koştum. Duşların altından geçtim ve köprünün üzerinden koşarak Otel lobisine vardım. Düzenleyiciler bunu çok iyi düşünmüştü. Geçiş alanına ulaşmak için Otelin lobisinden geçiyordunuz. Otel konuklarından o aşamada gelen destek çok iyiydi. Dahası yüzme bitmişti ve bisiklet başlayacaktı.

Yaklaşık 800 metre koşudan sonra geçiş alanına ulaştım. Denizden çıkmadan tuvalet ihtiyacımı çözmüştüm. Tek yapmam gereken hemen üstümü değişip bisikletime atlamaktı. Hemen torbamı aldım, çok kısa sürede giyindim ve bisikletime koşmaya başladım. 1. Geçişi (First Transition) yaklaşık 8 dakikada tamamlamıştım. Bu benim gibi bir çömez için fena değildi zira tüm giysilerimi de değiştirmiştim. Elit atletlerin süreleri 4 dakikalar civarındaydı. Bisikletin üstüne binmek çok mutlu etmişti. Ancak sanırım adrenalinden olacak, nabzım 170'lerdeydi. Ve çok büyük efor da sarf etmiyordum. Durumu heyecana bağladım ve başladım pedallemeye. Herşey çok iyi görünüyordu. Henüz istediğim hızlara ulaşamamıştım ama daha başımın dönmesi bile geçmemişti. Kan dolaşımının ve nabzımın normalleşmesi 5 dakika aldı. Bundan sonra hızlanmaya başladım. 34 km/sa hızlarda ilerliyordum. Hava çok güzeldi. Sıcak zorlamıyordu. 10 km'de ilk badem ezmemi yedim. Yüzmede benden önde olan atletleri geçiyordum ve bu çok iyi hissettiriyordu. Yaklaşık 30. km'de Expo yoluna bağlanıp kuzeye doğru sürmeye başladığımda ise bir anda herşey değişti. Bir gün önce rüzgar olmayacağı haberini almıştık ama yarış günü bir kafa rüzgarı (head wind yani size tam karşıdan gelen rüzgar) başladı ki olayın tüm keyfini alıp götürdü. O ana kadar 33 km/sa olan ortalama hızım yavaş yavaş düşmeye başladı. Rüzgar o kadar zorlamaya başlamıştı ki, yol dümdüz olmasına rağmen 27 km/sa hızlarla sürebiliyordum. Bu çok canımı sıkmıştı. Sadece bisiklet sürecek olsam rüzgara karşı savaş verip hızlarımı artırabilirdim ama daha 35. km'deydim ve 55 km daha vardı. Üstüne de yarı maraton. Bunun yarışın bir gerçeği olduğunu ve yaşamın gönderdiği şeyleri kabul edip devam etmem gerektiğini kendime söyledim. Hızlanmak için zorlamadım. Ama bu aşamanın böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Expo alanına girerken yiyecek içecek istasyonundan geçtik. Yavaşlayarak powerade aldım ve elimde yarattığı yapış yapışlık hissini saymazsak powerade çok iyi geldi. Expo alanına girince batıya doğru sürmeye başladık ve rüzgar eskisinden daha az etkilemeye başladı. Expo'da çizilen halkadan sonra bu sefer geldiğimiz yöne sürmeye başlamıştık. Az önce aleyhimize olan rüzgar artık arkamızdan esiyordu ve bu ciddi avantajdı. Rüzgarın da desteği ile 45 km/sa hızlara ulaştım ve yaklaşık 15 km boyunca bu hızları sürdürebildim. Bu çok iyi geldi. Ama bir kez daha Expo'ya sürecektik ve bir kez daha kafa rüzgarı yiyecektik. Karşı şeritten gidenlerin yüzündeki acıdan çok değil 10 dakika önce yaşadıklarımı görüyordum. Yapacak birşey yoktu. Devam etmeliydim. Dönüş noktasına geldik ve ikinci kez Expo yönüne döndük. Kafa rüzgarı sadık bir şekilde bizi bekliyordu ve 45'lere ulaşan hızlarım tekrar 28'e düşmüştü. Yolu km km erittik ve Expo'daki ikinci dönüşten sonra tekrar hızlanmaya başladım. Aerodinamik pozisyona geçtim ve uyguladığım gücü artırdım. O noktada ortalama hızım 28'lerdeydi. Güçle beraber hızım iyice arttı ve son 10 km ye geldiğimde ortalama hızım 31 km/sa'e çıkmıştı. Son bir gayretle daha da fazla abandım ve bisiklet aşamasını tamamladığımda ortalama hızım 32 km/sa olarak gerçekleşti. Hedefim 35 km/sa ile tamamlamaktı ama hesapta olmayan rüzgar çıkmıştı. Ama işte bisiklet de bitmişti. Demir adam rüyasına ulaşmama 21 km kalmıştı. Rüzgar hariç hiçbir aksilik de olmamıştı. Yanımda bana 1 kg'lik dezavantaj sağlayan yedek iç lastikler, karbon dioksit tüpü ve pompa ile geziyordum. Çok şükür ki bunları kullanmam gerekmemişti.

Geçiş alanına girdim ve hemen bisikletimi bırakarak torbamın olduğu yere koştum. Hızlıca şortumu ve tişörtümü değiştirdim, koşu ayakkabımı giydim. Tuvalette kuyruk olmadığını görünce bu ihtiyacı da hemen giderdim ve koşuya başladım. 2. Geçiş'de 4 dakika civarında zaman harcamıştım. Elitler 2 dakika civarında harcıyorlar zira onlar üst baş değiştirmiyor sadece ayakkabı değiştiriyorlar. Koşu otelin içinde ve golf sahasında geçecekti. Daha önce sadece dışardan görmüştüm. Yiyecek içecek istasyonları çok sık ve zengindi. Her istasyonda içecek alıyordum ve hava sıcaklığı arttığından büyük bir kısmını kafama döküyordum. Koşuya çok hızlı başlamıştım. Ne de olsa bu benim ana dalımdı. Ama 4:50 dak/km tempoyla geçtiğim ilk 2 km'den sonra biraz endişelendim. Yaşamımın ilk triatlonunda erken düşme riskini göze alamazdım. Sonra tempomu 5:20 dak/km'lere çektim. Kardiyovasküler açıdan çok rahattım. Nabzım 140 atış/dak civarındaydı ve hiç zorlanma emaresi yoktu. 10. km'de yanıma bir Alman geldi. Sanırım tempomu kendisine uygun görmüştü. Hiç konuşmadan yan yana koşmaya başladık. Ve bu sessiz işbirliği son 2 km'ye kadar sürdü. Ancak artan hava sıcaklığı sıvı gereksinimimi artırmıştı. Su istasyonlarını iple çekiyordum. Bir elimde içmek için, diğer elimde ise kafamdan aşağı dökmek için iki su şişesi bulunduruyordum. Bir noktada, organizasyondan birinin elinde hortumla isteyenlerin üzerine su tuttuğunu gördüm. "Yıka beni" diye bağırdım. Bu çok iyi gelmişti. 18. km'de golf sahasından çıkarak sokağa adım attık. Artık yarışın sonuna geliyorduk. Bu arada Alman arkadaşım 2 kere bırakma noktasına geldi. Ben her iki sefer de onu bekleyerek bırakmasına izin vermedim. Toplam süremi tam olarak hesaplayamıyordum çünkü geçişlerde ne kadar süre kaybettiğim ancak tahmin edebiliyordum. 6 saatin altında bitirme hedefim olduğu için işi riske atmadım ve var gücümle koşmaya başladım. Karın bölgemin ıslanmasından ve artan hızımdan dolayı karın ağrısı problemi başlamıştı. Bu durumdan ders çıkararak konuyu dert etmedim. Yarış bilgilendirme toplantısında son turun Gloria Sports Arena'da atılacağı söylenmişti. Ben de bunu atletizm pistinde bir tur atacağımız şeklinde yorumlamıştım. Saatim 20.5 km koştuğumu gösterdiğinde Sports Arena'ya ulaşmıştım, yarış bitmek üzereydi. 20 metre ötemde bitiş takını gördüm ama saatim 20.7 km gösteriyordu. Yarışın bitmediği ve tur atacağımız düşüncesiyle önce bocaladım. 1 saniye sonra işin bittiğini ve içerde tur atılmayacağını anlayınca bitişe yöneldim.


Ve ekranda ismimi gördüm. Derecem 5 saat 50 dakikaydı Amacıma ulaşmıştım.

Eğer bocalama yaşamasaydım veya Alman arkadışıma yardım için duraklamasaydım, 5 saat 40 küsür dakika ile bitirebilirdim ama bunlar da yarışın bir parçasıydı. Tüm hedeflerime ulaşarak tamamladığım yarış sonrası madalyamı ve sadece yarışı tamamlayanlara verilen tişörtümü aldım.

Ve tüm sevinçlerimi paylaştığım ailemin yanına koştum. Adet olduğu üzere Ironman logosu önünde fotoğraf çektirme seremonisi başlamıştı. Bir gün önce Iron Kids'de yarışan oğlum ve en büyük destekçimiz sevgili eşimle beraber bu gurur anını ölümsüzleştirdik.



Kendimi bambaşka bir boyutta tanımamı sağlayan Ironman hazırlıkları ve yarışı sona ermişti. Bana kazandırdıkları için minnettarım. Tonlarca ders çıkardığım bir süreç oldu. Ankara'da triatlon yapmanın zorlukları, aile yaşantısı, iş güç derken başarmıştım. En önemlisi ise 1 küsür sene boyunca tek başıma belirlediğim ve adım adım uyguladığım stratejilerimin ve zorluklara karşı ürettiğim çözümlerin sonucunu almıştım. Bunun için tanrıya şükürler olsun.

Yazı uzadıkça uzadığı için artık bu noktada kesiyorum. Paylaşmam gerektiğini düşündüğüm başka şeyleri anımsarsam bunları da yazacağım. Şimdilik bu kadar. Belki bir gün Ironman 140.6 yapmaya karar verirsem bu süreci daha detaylı olarak paylaşacağım. Unutmayın: yapmıyorsanız istemiyorsunuzdur!

Herkese esenlikler

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Bisiklet taşıma yöntemleri üzerine bir yazı

Herkese esenlikler,

Bisikleti araçla taşıma gereksinimi hepimizin başına gelmiştir. Bunun için belli başlı çözümler var. Bisikleti zahmetsizce koyabileceğiniz bir pick-up'ınız yoksa genel olarak elimizdeki seçenekler:

  • Aracın arkasına asmaya dayalı çözümler
  • Aracın tavanına koymaya dayalı çözümlerdir.
Aracın arkasına asmaya dayalı çözümlere yöneldiğimizde, çok ucuzundan çok pahalısına kadar birçok ürün karşımıza çıkıyor. Ben şahsen bunlardan çok ucuzunu da orta pahalılıkta olanları da denedim. Bu yöntem, bisikleti taşıyacağınız mesafe kısaysa ve hızınız 50-60 km/sa geçmeyecekse tercih edilebilecek bir yöntem. Ancak dezavantajları var. Fren yaptığınızda bisikletin tampona değmesi ve çizmesi, kurulumun zaman alması sayılabilir. Eğer aracınızda çekme tokası varsa, buna bağlanan ve görece zahmetsiz çözümler de var. Ancak genelde arabalarımızda çekme tokası yok ve bu çözümü kullanmak herkese yönelik değil.

Tavana koymaya dayalı çözümler ise, büyük turlarda takım arabalarında görmeye alışık olduğumuz çok güvenilir bir yöntem. Bu yöntemin avantajı ise bisikleti zahmetsizce monte edebilme ve alabilme. Ekim ayında Antalya'da yapılacak Iron Man yarışına bisikletimi nasıl taşıyacağımı tasarlarken bu yöntemi denemeye karar verdim. Yarışa giderken kullanacağım araba Ford Fiesta. Uzun araştırmalar sonunda Türkiye'de bu çözümü kullanabilmek için 2 şey yapmak zorunda olduğumu gördüm. Birincisi, arabanıza tavan atkı barı diye tanımlanan bir aparat takmanız gerekiyor. Tabii aracınızda tavan port bagaj çıtaları yoksa. Bu ürün Türkiye'de kolaylıkla bulabileceğiniz bir ürün. Ancak kalitesi fiyatına göre değişiyor. Plastik ve aluminyumdan yapılan versiyonları var fiyatları 150 TL civarında. Ancak yük taşıma kapasiteleri kısıtlı, 50 kg kadar. Bu ürünü almayın derim zira çok dayanıksızlar. Ben tam bu ürünü alacakken, karşıma Ankaralı bir firma çıktı: Yurttel Oto Aksesuarları (http://www.yurttel.com.tr). Firmanın uzmanlığı, port bagaj çözümleri ve tavan atkı barları. Bu firma ile tanışmanın bana avantajı şu oldu: 150 TL ye almak üzere olduğum ürünün ne kadar dayanıksız bir ürün olduğunu gördüm. Bunun üzerine, firmanın kendi üretimi olan çözümü satın aldım. Firma kendi çözümlerinin 200 kg'ye kadar yük taşıyabildiğini söyledi ki benim edindiğim izlenim de sağlamlığını destekler yönde. 

Tavan atkı barını taktıktan sonra sıra tavan üstü bisiklet taşıyıcısını almaya gelmişti. Burada karşınıza çıkan en iyi ürün Thule 532 Freeride. Tek bisiklet taşımaya dayalı bu çözüm zaman içerisinde fason üretimle kopyalanmış. Türkiye de de birçok firma, ya fason üretimle ya da doğrudan Çin'den ithalat yöntemiyle bu ürünü portföylerine katmışlar. Ben deltabisiklet'ten 300 TL'ye aldım. Montajı kendim de yapabilirdim ama sağolsunlar Yurttel bana bu konuda destek vermeyi vaad ettikleri için ürünü alıp onların kapısını çaldım. 20 dakikalık montajdan sonra bisikleti koyma zamanı gelmişti. İlk montajım, 10 dakika aldı. Ama daha sonraki montajım 5 dakikada tamamlandı. Ve karşınızda 525 TL'ye mal ettiğim araç üstü bisiklet taşıma çözümüm:

Bisikleti monte ettikten sonra, test sürüşüne çıktım. Antalya'ya giderken göreceğim hızlar 121 km/sa civarında olacağından bu hızlarda çözümümün nasıl davranacağını merakla bekliyordum. Tavan atkı barı gidiş yönüne dik durduğundan ve bu durum bir aerodinamik direnç yarattığından bir ıslık sesi duyuluyor. Ama bisikletin varlığı buna ek bir katkı yapmıyor. İstemsiz olarak ara sıra camı açarak bisikleti kontrol etme ihtiyacı hissettim. Ama şunu söyleyebilirim ki bisiklet sallanmıyordu bile. Bir ara bisikletin gölgesinin yola yansıdığını gördüm ve gölgeyi takip ettim. Gölgenin stabilitesi içimi daha da rahatlatmaya yardımcı oldu.
Sonuç olarak, herkese gönül rahatlığı ile önerebileceğim bir çözüme kavuştum. Ha bir de şu var: hem tavan atkı barları hem de bisiklet taşıyıcının tüm bileşenleri alüminyum ve plastikten yapıldığından, paslanma gibi bir endişeniz de olmasın. Ayrıca, hem bisikletli konfigürasyonda hem de bisikletsiz durumda düzeneğinizi anahtarla kitleyerek güven altına alabiliyorsunuz. Yani mola verdiğinizde veya aracınızı bir nedenden dolayı park ettiğinizde aklınız arabanızda kalmak zorunda değil. 

Herkese esenlik dolu günler dilerim.


11 Mart 2017 Cumartesi

Bisiklet üzerine bir yazı...

Herkese esenlikler,

Çok uzun zaman önce vaad ettiğim ama bir türlü yazamadığım bisiklet yazılarımın ilkini yazmak için karşınızdayım. 

Hepimiz yaşamımızın bir döneminde bisiklete uğraşmışızdır. Benim tanışmam 1987 yılında, babamın aldığı sarı-kırmızı renkte BMX bisikletle olmuştu. Nasıl heyecanlı olduğumu anımsıyorum. Doğru dürüst süremiyordum bile. Bu dönemler, pinokyo bisikletlerin hala popüler olduğu, yer yer BMXlerin göründüğü ve ayrıcalıklı bir kaç kişinin (Almanya'da akrabası olanlar) göbekten vitesli bisiklete bisiklete binebildiği dönemdi. Benim yaşadığım yerde yol bisikleti görmek neredeyse olanaksızdı. Bundan 2 sonra ise ilk vitesli bisikletle tanıştım. O zamanın popüler markası olan Beldesan marka 15 vitesli bir dağ bisikleti almıştı sevgili Babam. Bu bisikleti 15 yaşıma kadar sürdüm. Sonra araya başka öncelikler girdi ve bisikletle uzun bir süre, yaklaşık 15 yıl görüşmedik. 

Evlendikten sonra bisiklet aşkım tekrar kabardı ve eşimle birlikte 2 tane dağ bisikleti aldık. Ama bu bisikletleri alırken o kadar az bilgiliydim ki neredeyse mağzanın bana gösterdiği ilk bisikletleri almıştım. Bunlar Geotech marka alüminyum kadrolu bisikletlerdi. Bu bisikletleri kah işte kah keyfe keder 8 sene boyunca kullandım. Ama şu an görüyorum ki bu bisikletler kadro boyu olarak bana küçükler. Düşünsenize; doğru bir kadro seçimi yapmadan 2 tane bisiklet almışım ve bunları 8 sene sürmüşüm. 

Ta ki, 2016 yazında aldığım Mosso TCA 735'e kadar... Bu bisikleti alırken eskiden yaptığım hataları yapmadım ve dersimi iyi çalıştım. Çalışan aksamın Shimano 105 5800 groupset olmasının faydalarını gördüm ve bisiklete bakışım toptan değişti.


Sonra bisiklette yapılacak değişikliklerin ve iyileştirmelerin hiç bir zaman bitmeyeceğini ve aslında işin zevkli tarafının biraz da bu iyileştirmelerde yattığını anladım. İlk olarak aşağıdaki değişikleri yaptım:  

Sigma Sport BC 16.12 Hız ve Kadans Ölçer Taktım:

Bisiklet üzerindeyken olmazsa olmazınız hız, mesafe ve kadans ölçümleri. Yani yol bilgisayarınız. Ben bu cihazı alırken biraz toydum ve Decathlon'da gezerken pat diye karar verip aldım. Ama beni utandırmadı. Çok güvenilir bir marka. Muadillerinin fiyatı göz önünde bulundurulduğunda çok cazip. Bu model ANT+ desteklemiyor ve bu da beni daha sonra Garmin sensörlerine itti ama bu başka bir yazının konusu. Yağmurlu havalarda kullanabileceğiniz ve kafa ünitesini kolaylıkla çıkarabileceğiniz ve USB modülünü aldığınız takdirde verilerinizi bilgisayarınıza aktarabildiğiniz güzel bir ürün. Güvenilir ölçüm isteyenler için öneririm.

Shimano XT PD-T780 pedal taktım:

Bisikletle beraber gelen pedaller bekleneceği üzere çok düşük seviyedeydi. Kilitli pedallere geçmeyi çok istiyordum ancak şehir içinde kullanımda kilitli pedalların yaratacağı sorunlar belliyrdi: düşmek. Tabi uygun ayakkabınız olmadığında kullanamamak da cabası. Nice araştırmalardan sonra Shimano'nun XT PD T780 ürününü buldum. Esas itibariyle dağ bisikletleri için üretilmiş bu ürünün birçok yol bisikletçisi tarafından kullanıldığını da öğrenince almaya karar verdim. Ve kararımda ne kadar doğru olduğumu anladım. Bu pedaller, size platform pedalin konforuyla icabında kilitli pedalların avantıjını aynı anda sunuyor. Doğal olarak sadece kilitli pedallardan daha ağır ancak şehir trafiğinde bisiklet kullanıyorsanız veya bisikleti zaman zaman ulaşım aracı olarak da kullnıyorsanız (kilitli ayakkabınız olmadan) tam size göre bu pedallar.

Shimano RT 82 kilitli ayakkabılar aldım:

Kilitli ayakkabıların avantajını yaşamak istiyor ve aynı zamanda bu ayakkabılarla yürüyebilmek istiyorsanız seçiminiz bu olmalı

BTWIN 900 sele taktım:

Ne denediysem olmadı. Bu seleyi bulana kadar tam 4 sele değiştirdim. Pedli tayt giydim ama hiçbirinden beklediğim konforu alamadım. Ve bir gün Decathlon da gezerken bu seleyi denemeye karar verdim. Hayatımın en doğru kararlardından biri oldu. Artık bisiklet üzerinde saatlerce kalabiliyorum.  

Michelin Pro 3 lastikler taktım:

Bisiklet üzerinde gelen lastikler yine bekleneceği üzere yuvarlanma direnci yüksek olan lastiklerdi (Maxxis Detonator). O zaman toy olduğum için Decathlon'daki en pahalı lastiği alıp çıktım. Pişman da değilim. ancak şimdi biliyorum ki verdiğim parayla Continental Grand Prix II 4000 alabilirmişim. Ne diyelim kısmet. Artık bunlar ömrünü doldurunca alacağız.

Fulcrum Racing 5 LG jantları taktım:

Okudukça öğrendim ki bisiklet için en önemli unsur jantmış. Ama jant dediğiniz dünya o kadar geniş ki... 200$ dan 5000$'a kadar jant var. Ve en fazla parayı vermeniz en sizin için en iyi jantı seçtiğiniz anlamına da gelmiyor. İhtiyaçlarınıza ve sürüş koşullarınıza göre bir getir götür analizi yapmanız gerekiyor. Ben Fulcrum' a karar verirken dayanıklılık ve Ankara içindeki bozuk yolları göz önünde bulundurdum. Bu jant, fiyatına göre en dayanıklı ve en hafif jantlardan biri. Bu jantları takmam neticesinde bisikletim 600 gram hafifledi. Şu an için gayet memnunum. Ama yorumlarda koparılan yaygara kadar bir fark göremedim. Belki de zamanla göreceğim.


Hedeflerimden en büyüğü IRONMAN yarışı olduğu için ve bu yarışta bisiklet üzerinde 3 saat kalacağım için bir aerobarın gerekli olduğuna karar verdim. Aerobarlar o kadar geniş bir fiyat aralında ki... 150 TL ye de var 500 $ a da.. Ben de başlangıç olarak bisikletçinin dostu Decathlon markasına sığındım ve bu ürünü aldım.

Tüm bu değişikliklerden sonra bisikletim şuna benzedi:

Görselde bisikletim Elite Superchrono E-Force trainer üzerinde ve Zwift kurgusunda gözüküyor. Ama trainer ve Zwift olayını bir sonraki yazımda ele alacağım.

Tüm bu değişiklikler bana kaç liraya mal oldu diye sorarsanız... Bisikletimi 3500 TL etiket fiyatı üzerinden pazarlıkla 3000 TL'ye almıştım. 105 5800 groupset ve karbon maşaya sahip olduğu düşünülürse bu fiyatın çok çok iyi olduğunu düşünüyorum. Bu donanımı o zamanlarda başka bir markada almanın maliyeti 5000 TL civarındaydı. Yukarıda sıraladığım değişikliklerin bir kısmını yurt içinden bir kısmını ise yurt dışından sağladım. Kabaca söylemek gerekirse tüm bu değişikliklere 2000 TL para harcadım. Sözün özü, 5000 TL ye kullanmakta gerçekten zevk aldığım ve size güç hariç herşeyi sağlayan bir bisiklete kavuştum. Güç ölçümünün önemine ve bisiklet sporu için ne ifade ettiğine bir sonraki yazımda değineceğim.

Bisikletim ve bisikletim üzerinde yaptıklarım şimdilik bu kadar. Bir sonraki yazımda ise bisiklet ile neler yaptığımı anlatacağım.

Herkese esenlikler


7 Mart 2017 Salı

Gecikmiş bir 2. Mersin Maratonu Yazısı

Herkese esenlikler,

Çok uzun bir aradan sonra, oldukça gecikmiş bir 2. Mersin Maratonu yazısıyla karşınızdayım.

2. Mersin Maratonu 11 Aralık 2016 tarihinde gerçekleşti. Uzunca bir süre koşup koşmama kararsızlığını yaşadım. Sonra bir gün, Maratondan 1 ay önce ilk 20 km koşumu yapınca gaza geldim. Çünkü şaşırtıcı derecede hızlıydım. 20 km ortalama tempom 5:35 dak/km olarak gerçekleşmişti. Ardından 1 hafta sonra 25 km koşumu yaptım. Buradaki derecem daha da iyiydi ve 5:30 dak/km civarındaydı. Bu dereceler beni çok yüreklendirdi. Sonraki hafta 30 km koşumu yaptım. Yine benzer dereceler. Ancak şaşırtıcı olan, tüm bu hazırlık süresince haftada sadece 1 kez koşabiliyordum. Normalde haftada en az 3 kısa bir uzun koşu yapılması beklenirken, ben haftada 1 kez uzun koşuyordum. Şunu fark ettim: bu sayede çok dinlenmiş oluyordum ve koşuya karşı çok iştahlıydım. Neyse, 30 km koşumu da yaptıktan sonra son 20 km koşumu Eymir'de yaptım ve maratonu beklemeye başladım.

Maraton için çok heyecanlıydım. Zira Mersin benim ikinci memleketim sayılırdı ve çocukken yürüdüğüm gezdiğim caddelerde koşacaktım (bakınız parkur haritası).


Ancak organizasyon kötüydü ve sanki yönetim kimsenin sokaklara çıkmaması için azami gayret sarf etmişti. Başlama noktasına güçlükle ulaşabildim. Alalacele anneme eşyalarımı verip koşuya başladım.

İlk km yi 5:00 dak/km tempoyla geçince kendime "ne oluyoruz biraz yavaşla" dedim. Ancak sanki uçuyor gibiydim. Sanırım burada yeni ayakkabılarımın çok büyük rolü var. Hiç yapmamam gereken birşeyi yaptım ve maratondan 1 hafta önce yeni ayakkabı aldım. Ve maratonu bu yeni ayakkabılarla koştum. Normalde bilmediğiniz bir ayakkabıyla yarış koşmayın derler ama ben yarıştan 1 gün önce alışveriş merkezinde yaptığım yürüyüşü yeterli buldum ve yarışı Adidas Energy Boost 3'lerimle koştum. Ben ciddi bir Nike fanatiğiyimdir ancak Adidas son 2 senede yaptığı atılımla koşu ayakkabılarında sanırım öne geçti. Önceleri Energy Boost kavramının bir pazarlama unsuru olduğuna inanıyordum ki koşunca düşüncelerim değişti. Asfaltta ciddi avantaj ve enerji tasarrufu sağladığına ikna oldum. Ha unutmadan birşeyi daha ilk kez denedim: o da ayakkabılarda bulunan en son bağcık deliğini kullanmak.


Hep merak ederdim bu deliği kim kullanır diye. Çünkü bu deliği sıradan bir şekilde kullandığınızda ipler ayak bileğinize baskı yapar ve canınız yanar. Sonra öğrendim ki bu delikler özel bir sebep için varlar. Buna ipleri kilitleme yöntemi diyorlar ve bu sayede yarış sırasında bağcıklarınız açılmıyor hem de ilk bağladığınız gibi kalıyorlar. Ayrıca bileğinizde oluşacak ağrıları da engelliyor. Benim çok işime yaradı ve bunca zaman bunsuz koştuğuma hayıflandım doğrusu. Bilmeyenlerin faydalanabilmesi için aşağıda bu yöntemin nasıl uygulandığına dair bir video paylaşıyorum:




Neyse koşuya dönelim. Yavaşladığımı sanıyordum ama sürelerim 5:15 dak/km civarında çıkıyordu ve buna karşılık nabzım 140 lardaydı. 13 km bittiğinde ortalama tempom 5:25 dak/km di. Bu noktada, sağ arka kasıma bir ağrı girdi. Sanki kramp gibiydi ama çok şiddetli değildi. Ancak orada olduğunu iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. 15 km de ağrı arttı. Ve ben o sıralarda bırakmayı düşünmeye başlamıştım. Biraz tempomu azalttım. Ve hayatımda ilk kez tuvalet molası verdim. Derken ağrıyı unutmaya başladım ve koşuya konsantre oldum. Kendime dedim ki "eğer 20 km de ortalama tempom 5:30 larda çıkarsa devam edeceğim". Tempo beklediğim gibi çıktı ve ben de bunu verdiği yürekle bu sefer hedef yükselterek koşmaya devam ettim. Koşuya başlamadan önce hedef olarak kendime maratonu 4 saat 30 dakikanın altında bitirmeyi belirlemiştim. Ancak gerçekleşen süreler çok iyiydi. Ve böyle devam edersem 4 saatin altına inecektim ki bu benim aklımdan bile geçmemişti.

20 km ye gelmeden ilk jelimi yemiştim. Kararlıydım ve kan şekerimin düşmesine hiç izin vermeyecektim. Jelleri alırken, su istasyonundan 2 km önce almaya özen gösterdim. Böylelikle jelin hemen ardından su içebiliyordum ve jelin verdiği yapış yapışlık hissini ortadan kaldırıyordum. 23 km de ikinci jeli aldım ve 25 km ye ulaştım. Derecelerim yine iyiydi. Bu sefer dedim ki " Eğer 30 km ye 3 saatin altında gelirsem yeni hedef maratonu 4 saatin altında bitirmek". Her geçen km de zihinsel yorgunlukla baş edebilmek için akıl oyunları oynuyordum. Ve 30 km ye geldiğimde toplam geçen süre 2 saat 58 dakikaydı. Yani herşey olması gerektiği gibi gidiyordu. Derken 33 km de taş yollar başladı ve bu beni biraz zorladı. Her km için kendime 6 dakikalık süre biçiyordum ve derece 6 dakikanın ne kadar altında çıkarsa o kadar seviniyordum. Derken son km lere girdim. 4 saatin altı hedefime iyice yaklaşmıştım. Ama içimde küçük de olsa bir endişe vardı: ya 4 saatin küçük de olsa üstünde çıkarsa süre.. Bu düşünceyle daha da artırdım tempomu. Artan tempomun yüzüme yansımış hali aşağıdaki görselde görülebilir:


Bitiş çizgisi gözükmüştü ki, kolumdaki Garmin Fenix 3 HR 42.2 km yi gösteriyordu. Bir kez daha saatin ölçtüğü mesafe ile organizasyonun ölçtüğü tutmamıştı. Saatime göre ben maratonu bitirdiğimde süre 3 saat 56 dakika 57 saniyeyi gösteriyordu. Hedef tutmuştu ama bu yetmeyecekti zira resmi olarak maraton bitmemişti. Tempomu daha da artırdım ve öyle ki son km yi 4 dak/km tempoyla koştum. Bitiş çizgisini geçtiğimde toplam mesafe 42.7 km yi süre ise 3 saat 59 dakika 30 saniyeyi gösteriyordu.


Yani son tempoyu yapmasam içimdeki endişe gerçeğe dönüşecekti. İsmim duyurulduğunda mutluluğum tarifsizdi ve bunu paylaşmak için sevgili annem beni bekliyordu.


Kendime dair notlarım şöyle: Yarış boyunca nabzımı ve kan şekerimi çok iyi kontrol etmeyi başardım. Zaten bu başarı da ancak böyle gelebilirdi. Nabzımın dakikada 160 vuruşun üstüne çıkmasına izin vermedim (son efor dışında) ve bu sayede hep aerobik modda kaldım. Buna bir de kan şekerimin düşmesine izin vermeyişim de eklenince koşucuların sıkça karşılaştığı duvara toslama (hit the wall) olayını yaşamadım.

Mersin Maratonuna dair notlarıma gelecek olursak:

  • Organizasyon genel olarak fena değildi. Başlama noktasına ulaşım dışında çok fazla sorun göze çarpmıyordu.
  • Parkur kötü hazırlanmıştı. Adnan Menderes Bulvarında koşulan kısım çok zevkliydi Ancak, toplam mesafeyi ayarlayabilmek için birçok yerde gereksiz yere giriş çıkışlar yapılıyordu. Bu durum koşucunun momentumunu olumsuz etkiliyordu. 
  • Su istasyonları 5 km de birdi. Ve sadece su vardı. Sadece bir istasyonda (sanırım 35. km de) bir kızcağız bana içinde şeker eritilmiş su verdi. Antalya Maratonundaki zenginlik ve çeşitlilikle kıyaslandığında istasyonlar yetersizdi.
  • Tuvalet istasyonu yoktu. Başınızın çaresine bakmak zorundaydınız.
  • Şehir sakinlerinde maratona dair hiçbir heyecan yoktu. Heyecanı bırakın sanki herkesin yüzünde "Nereden çıktı bu maraton, trafiği alt üst ettiler" ifadesi vardı. Sadece bir noktada bir yarış gönüllüsünün beni alkışladığını gördüm. Koşanlar bilirler, zihinsel yorgunluğun arttığı bir noktadan seyircilerden duyduğunuz bir alkışın etkisi çok büyüktür.
  • Web sitesinde sonuçlar ilan edildi ama kişiye özel bir sertifika verilmedi. Bu ciddi bir eksiklik zira buradaki derecenizi belgeleme şansınız yok.
Notlarımda da değindiğim gibi, henüz ruhu olmayan bir maraton, Mersin Maratonu. Bunun oluşması içinse şehir halkının maratona sahip çıkması gerekiyor. İşte o zaman yarış bir şenliğe dönüşüyor. Bakınız Antalya Maratonu, her geçen sene üstüne koyarak gelişiyor. Umarım Mersin Maratonu da bu seviyeyi yakalar. Zira şu haliyle koşucuların kişisel en iyi derecelerini yapma istemesi dışında koşmak için can atmayacakları bir maraton. Ben bir daha koşar mıyım sorusuna gelecek olursak, 3 saat 30 dakika hedefimi gerçekleştirmek için sanırım seneye bir daha orada olacağım.

Unutmayın: koşmak özgürleştirir!

Herkese esenlikler,