Yapmıyorsan istemiyorsundur...

Yapmıyorsan istemiyorsundur...

28 Haziran 2018 Perşembe

Çocukluğumu şekillendiren çizgi film : Voltron

Herkese esenlikler,

Bugün çok uzun zamandır beklediğim bir haber aldım. Benim yaş grubumun (şu anda 40 yaş ve üstü) çocukluğunda çok önemli bir yer tutan çizgi film olan Voltron'un Lego uyarlaması sonunda kutulanarak tüketiciye sunulmuş. Gerçi satın alabilmek için 1 Ağustos'u beklememiz gerekecek ama şu an kutuya girmiş durumda.

Ben normalde Lego seti değerlendirmesi veya yorumlaması yapan biri değilim. Zaten hazır setlerle de pek ilgilenmem ve genelde kendi tasarımlarımla uğraşırım. Ancak bu kez durum farklı. Anlatayım..

Benim kafamda sürekli Lego tasarıları olur. Atölyemin üstünde devam eden tasarımların yanı sıra, bir de hep "günün birinde yapılacaklar" kategorisi vardır. İşte Voltron'un Lego modeli, bu kategoride hep var olmuştur. Çocukluğumda sahip olduğum kısıtlı lego parçasıyla, çeşitli defalar yapmaya çalışmışlığım vardır. Ama o zamanlar parça sayım ve tasarım becerim o kadar kısıtlıydı ki ya tek bir aslanı (bu her zaman kırmızı aslan olmuştur) ya da Voltron'un kendisini bir bütün olarak yapıyordum. (Geçenlerde yaptığım kırmızı aslanla çekilmiş bir fotoyu evde buldum. Keşke tarasaydım ve buraya koyabilseydim...) Yıllar geçti, sahip olduğum parça sayısı ve tasarım/modelleme becerim çok arttı ama bir türlü Voltron'u yapmaya sıra gelmedi. Aslında gelememesinin sebebi, kafamda o kadar önemli bir yere sahipti ki, konuya duyduğum saygıdan yapacağım model herhangi bir model olamazdı. Renk, benzerlik, oran gibi kriterler açısından çok ama çok iyi olmalıydı. Çünkü artık parça sayısı gibi bir mazeretim de yoktu.

Gel zaman git zaman, ara sıra girdiğim Lego Ideas sitesinde (Lego taraftarlarının kendi geliştirdikleri modelleri insanların beğenisine sunulduğu site) dolanırken, şimdiye kadar geliştirilmiş en iyi Voltron modelini gördüm. Model o kadar iyiydi ki, şu anki tasarım becerisi seviyemle bundan daha iyisini yapamayacağıma karar verdim ve projeye oy atarak desteğimi sundum (bir fikir 10000 oyu geçtiği takdirde Lego bu fikri gerçeğe yani ürüne dönüştürmeyi gündemine alıyor). Ancak modelin karmaşıklığından ve Voltron'un günümüz çocuklarından ziyade benim yaş grubuma hitap etmesinden ötürü, Lego'nun bu modeli üreteceğine yönelik inancım zayıftı.

Ama işte bu sabah, modelin gerçek bir ürüne dönüştüğü haberini aldım

Set ile ilgili video değerlendirmeyi ise aşağıdaki bağlantıda bulabilirsiniz.




Fiyatı ucuz değil : 179 $. Türkiye'de satışa sunulur mu ve sunulursa fiyatı ne olur bilemiyorum ama ben şimdiden harçlıklarımı biriktirmeye başladım.

Setin yaratıcısı Leandro Tayag'a ve bu seti üretme kararı alan Lego'ya sonsuz teşekkürler.

Herkese esenlikler




8 Mart 2018 Perşembe

Garmin Connect, Strava, Training Peaks : kaydedilen verilerinin yönetilmesi

Herkese esenlikler,

Koşu ve bisiklet (ve yüzme ve dolayısıyla triatlon) sporları ile uğraşanların elde ettikleri verileri kaydetmek, kıyaslamak için kullandıkları popüler platformların başında Strava ve Training Peaks gelmekte. Bu platformların ayrıntısına ve kullanımına girecek değilim. Ücretsiz üyeliklerde sunulan hizmetler zaten kolayca anlaşılabiliyor. Benim bu yazıda aktarmak istediğim farklı bir konu: kaydedilen verilerin indirilmesi.

Bu gereksinim nereden mi çıktı veya kimin işine mi yarayabilir? Aktarmaya çalışayım...

Ben, koşu ve bisiklet sürüşlerime ait verilerimi 3 çevrimiçi platformda tutuyorum: Garmin Connect, Strava ve Training Peaks. Niye mi? Çünkü saatim Garmin ve yaptığım aktiviteler otomatik olarak buraya yükleniyor. E bir kere Garmin Connect'e yüklendi mi, ordan da otomatik olarak Strava ve Training Peaks'e yükleniyor. Aslında Garmin Connect benim istediğim tüm unsurları barındırıyor ancak işin sosyal ağ boyutuna gelince zayıf kalıyor. Strava bu işin Facebook'u. Dolayısıyla, teknik kazanımınıza sosyla bir boyut eklemek istediğinizde (örneğin Segments..) Strava bu alanda rakipsiz. Training Peaks ise Garmin Connect ve Strava arasında bir yerde. Ücretsiz sürümü çok kısıtlı bir içerik sunuyor ve sosyal boyutu yok denecek kadar az. Ücretli sürümü ise aslında bizim gibi sporcuların istediği herşeyi barındırıyor ve Strava'nın ücretli sürümünden çok çok iyi.

Şimdi gelelim kaydedilen verilerin indirilmesi konusuna... Daha önceki yazılarımda da belirttiğim üzere ben tüm verilerimi yönetmek ve performans gelişimimi takip edebilmek için yukarıda sıraladığım platformlar yerine çok daha güçlü ve açık kaynak bir yazılım olan Golden Cheetah'ı kullanıyorum. Golden Cheetah'a verilerin aktarılabilmesi için çalışmaya dair .fit veya .json verisinin elde edilmiş olması gerekiyor. İşte Strava veya Training Peaks'den verilerin indirilmesi gerekliliği ise burada devreye giriyor. Ben Training Peaks'den veri indirebilme kolaylığını sevdiğim için şimdiye kadar hep buradan indiriyor ve daha sonra Golden Cheetah'a yüklüyordum. Ancak bir önceki yazımda belirttiğim nedenlerden (Bryton Rider 310'dan doğrudan yüklenen .fit verilerinin bozukluğu) dolayı bu yöntem işe yaramaz oldu. Daha sonra yaptığım araştırmalar sonucunda, Strava'nın, Bryton verilerini doğru okuyabildiğini gördüm. Ama eskiden beri Strava'dan veri indirmenin kolay olmadığını düşünüyordum; ta ki bugüne kadar!

Her ne kadar bu işlemin nasıl yapıldığının anlatıldığı yeri bulmak kolay olmasa da meğerse Strava'dan bir çalışmanın .fit verisini indirmek çok kolay bir işlemmiş. Bunun için şu adımları izleyin:

1. Strava'dan indirmek istediğiniz çalışmanın bağlantısını açın. Bu durumda, web tarayıcınızın adres çubuğunda şöyle bir satır göreceksiniz

https://www.strava.com/activities/1440943417

2. İşte adres çubuğunda gördüğünüz bu satırın sonuna /export_original ifadesi ekleyip enter a bastığınızda, çalışmanını .fit dosyası kaydedilmek üzere karşınıza çıkıyor. Adres çubuğunda göreceğiniz satır aşağıdaki gibi olmalı:

https://www.strava.com/activities/1440943417/export_original

İşte artık .fit dosyanız elinizde...

Tam ben bu özelliği bulduğum için çok mutluydum ki, Golden Cheetah'ın son geliştirme sürümüne, Strava ile otomatik eşleştirme özelliğinin konulduğunu öğrendim. Yani bu özellik sayesinde, yukarıda sıraladığım tüm o dolambaçlı yollara gerek kalmıyor. Strava'ya aktardığınız tüm verileriniz, Golden Cheetah'ı açtığınız anda karşınızda. Düş gibi...Aslında Golden Cheetah ile ilgili doyurucu bir yazı yazmayı planlıyorum. Belki bu gibi konulara orada değinebilirim. Şimdilik bu kadar.

Herkese esenlikler,

17 Şubat 2018 Cumartesi

Bryton Rider 310 Bisiklet Bilgisayarı Yazısı

Herkese esenlikler,

Yaptığım sporlar sebebiyle birçok donanımı kullanıyorum. Koşu sporu için bir saat, nabız bandı ve ayakkabı yeterken, bisiklet sporunda kullandığınız donanımlar çok fazla oluyor. Bu blogu yazarken, amacım hiçbir zaman detaylı ürün gözden geçirmesi yapmak olmadı. Bu gözden geçirmeleri yapan çok profesyonel siteler var (ki bunlardan en iyisi www.dcrainmaker.com dur). Kendi adıma incelemelerimi çok detaylı bir şekilde yapsam da bunları yazıya dökecek sabrım ve zamanım yok. Bu sitede paylaştığım ürün değerlendirmeleri çok kısa ve öz. Esas amacım, benle aynı durumda olan insanlara yol gösterici olmak ve bazen de uzun araştırmalar sonucunda elde ettiğim deneyimleri kısa ve öz olarak paylaşmak. İşte bu yazının amacı da bu.

Şu ana kadar Garmin Fenix 3HR model saatim tüm koşu ve bisiklet antrenmanı gereksinimlerimi karşılarken, yeni aldığım Cervelo S5 bisikletimin üstünde bir güç ölçer (power metre) olması nedeniyle saatimin kısıtlı ekranı bana yetmemeye başlamıştı ve ben de bisiklet bilgisayarı arayışına girmiştim. Aslında bu tarz durumlarda yaklaşımım bellidir: beni yarı yolda bırakmayacak ve endüstri standardı olmuş ürünlere yönelirim. Bu doğrultuda seçmem gereken donanım Garmin Edge serisi olmalıydı. Ancak saatim, Garmin Edge 520 nin yapabildiği herşeyi yapabiliyordu ekran dışında. Ve 520'nin fiyatı 300 $ civarındaydı. Ben de her zamankinin aksine bu parayı vermek istemedim. Biraz araştırmadan sonra Edge 520 nin yapaildiklerinin hepsini yapabilen Bryton Rider 310 da karar kıldım.


Tüm internet yorumları olumluydu. Ve herkes fiyat/performans ürünü olarak niteliyordu. Ben de 63$ lık aliexpress fiyatına tav olarak almaya karar verdim. Ürün eksiksiz elime ulaştı. İyi bir iş yaptığımı düşünüyordum zira Edge 520 nin neredeyse 1/5 fiyatına almıştım. Ama çok geçmeden Garmin den neden vazgeçmemem gerektiğini anladım.

Ürün metrikleri gösterme açısından sorunsuz çalışıyor. Sahip olduğum tüm ant+ algılayıcıları hemen tanıdı ve hız, kadans, nabız, güç verilerini düzgün bir şekilde görüntülemeye başladım. Ekran beklediğimden küçük ancak iş görüyordu. Ancak sorunlar antrenman verilerimi bilgisayara aktarmaya çalıştığımda başladı. Günümüzde insanların bir bisiklet bilgisayarından en önemli beklentisi verilerin sorunsuz ve pürüzsüz bir şekilde starava ya veya trainingpeaks e aktarılması. İşte bu noktada Bryton çok sorunlu. Android uygulamasını indirdim saatlerce bluetooth üzerinden eşleştirmeye çalıştım ama nafile. Başladım interneti taramaya. Benim gibi binlerce insanın olduğunu gördüm. Sonra ürünün kendi sitesine girdim. Orada eşleştirme için bir öneri vardı, hemen denedim. Ama o da nafile. youtube videolarını izledim, videolarda sorunsuz gözüken işlem bende bir türlü olmuyordu. Onu dene bunu dene en sonunda, şans eseri android telefonumun konum özelliğini high accuracy moduna getirdim. Bunu yapınca alt sekmelerden birinde "bluetooth scanning" diye bir başlık gördüm. Bunu etkin hale getirdim ve bir daha eşleştirmeyi denedim. Sonunda başarmıştım. Telefon ve bilgisayar birbiri ile konuşabiliyordu.

Ancak uygulama o kadar kötüydü ki..Sanki bir stajyere deneme amaçlı bir yazılım yaptırmışlar. Tabi ki bir garmin olmasını beklemek çok olur ama bu ürün bu yazılımla birleştiğinde kendine bir yer bulması olanaksız. Uygulama sözüm ona verilerinizi strava ya ve trainingpeaks e aktarıyor. İlk denememde bunu başardım. Ama bugünkü sürüşümü aktarmada başarısız oldum. Yani sizin anlayacağınız süreklilik sıfır. Daha yeni modeller olan Rider 330 ve 530'un wifi üzerinden veri aktarımı yapabildikleri için çok daha tutarlı olduklarını düşünüyorum. Ama ne yaparsınız ki ben 310 ile baş başayım.

Diğer bir konu ise veri frekansı. Ürünü birkaç farklı modda çalıştırabiliyorsunuz: full power ve power save. Bu seçim, benim anladığım, antrenman sonunda elde edeceğiniz .fit dosyasındaki verilerin ne sıklıkta kaydedildiğini de belirliyor. Yani, full power seçeneğini seçtiğinizde, her saniyede bir veri kaydedilirken, power save modunda her 3-5 saniyede bir veri kaydediliyor. GPS verisini aralıklı olarak kaydetmesini anlayabilirim ama güç, hız, kadans ve nabız verilerine de aynı yaklaşımı uygulaması çok saçma. Bu durumu, .fit dosyasını goldencheetah a aktardığımda farketttim. 250 W ortalamayla gerçekleştirdiğim sürüşümün goldencheetah daki ortalaması 75 W çıktı. Bunun sebebi ise goldencheetah ın kullandığı ortalama hesaplama yöntemi.  Çıkarılan ders şu: bryton ı power save modunda çalıştırmamak gerekli.

Sonuç olarak, fiyata aldanıp bu ürünü almış bulundum. Benim gibi birçok insanın da aldandığını tahmin edebiliyorum. Fakat bir kez daha anlamış bulunuyorum ki Garmin den şaşmamak gerekiyor.

Düzeltme/Ekleme 1:

Bryton destek hattına mesaj yazmıştım konuyla ilgili.. 2 gün sonra yanıt yazdılar. Ama yanıt yazdıklarında ben sorunu çözmüştüm. Bu da bir şey... Yine de daha çok fırın ekmek yemeleri gerekiyor.

Bu arada yukarıda, veri kaydetme frekansı ile ilgili yazmıştım. Daha sonraki denemelerimde konunun GPS veri kaydetme frekansı ile ilgili olmadığını anladım. Şöyle ki: GPS i "full power mode" da da çalıştırsam, elde ettiğim verileri Golden Cheetah a aktardığımda aynı sorunu gördüm. Biraz araştırdığımda öğrendim ki, Bryton un oluşturduğu .fit dosyasında sorun varmış ve Golden Cheetah bu dosyayı açmakta sorun yaşıyormuş. Gönüllüler bu sorunun çözümü için harekete geçmiş ama henüz varılan bir sonuç yok. Ama bu çabalarım sırasında başka birşey keşfettim: Bryton verisini strava ya aktardığınızda sorun yok ve tüm veriler eksiksiz olarak geçiyor. Biraz daha araştırınca, Golden Cheetah 3.5 geliştirme sürümünde strava verilerinin ototmatik olarak Golden Cheetah a aktarılabildiğini öğrendim. Yani, eskiden olduğu gibi önce strava ya veri aktarıp, sonra bu veriyi .fit olarak indirip, Golden Cheetah a elle yükleme yapmak zorunda değilsiniz artık. Verileriniz strava ya geçtiği anda, Golden Cheetah bu verileri otomatik olarak indirip işleyebiliyor artık. Yani bir şey ararken başka bir güzellik buldum. Ve Bryton ile ilgili bir sorunu daha çözdüm.  Sonuç olarak Garmin ile yapabileceğim tüm şeyleri çok daha ucuza yapabilecek konuma geldim. Ama bu benim Bryton a dair yukardaki görüşlerimi henüz değiştirmedi.

Düzeltme / ekleme 2:

Tam herşeyi çözdüm, Bryton ile tüm gereksinimlerimi karşılılyorum derken bugünkü sürüşümü aktarmak için uygulamayı çalıştırdığımda tekra düş kırıklığına uğradım. Uygulama bryton u görmedi. Biraz kurcalayınca anladım ki sadece eşleştirirken değil, uygulamayı her kullanmak istediğinizde android konum servisi açık olmak zorundaymış. Bunu açınca düzeldi.

Herkese esenlikler


13 Ocak 2018 Cumartesi

Adana Yarı Maratonu 2018

Herkese esenlikler,

Yapmam dediğim şeyi yaptım ve ilk kez bir yarı maraton koştum. Aslında adlandırma olarak yarı maraton ifadesini sevmiyorum. Yarı "olimpik havuz", "half-ironman" ifadelerini sevmediğim gibi.. Adı ne olursa olsun şimdiye kadar bu uzunluğu antrenmanlarda çokça kez koşmuşluğum vardı. Ancak bu uzunlukta bir yarışa katılmak için gerekli güdüyü (motivasyonu) bir türlü bulamıyordum. Neyse, koşunun memleketimde olması ve annemi görmek için vesile yaratmasını üst üste koyarak bu yarışa katılmaya karar verdim.

Şimdiye kadar çok yarış koşmadım ve hep seçici oldum. Buna ek olarak da her yarışımın bir amacı ve hedefi vardı. Yarı maraton için hedef bulmakta zorlanıyordum. Çevremde koşan insanların derecelerini duyuyordum ama hangisi bana uygundu... Garmin saatimin yarış öngörüsüne bakılacak olursa, mevcut formumla koşabileceğim en iyi süre 1:45:00 civarındaydı. Ama gerek motivasyonsuzluktan gerekse araya giren yolculuklardan hiç iyi bir hazırlık dönemi geçirememiştim. Tek artım şuydu: bundan 3 hafta önce bu seneki Antalya Maratonu hazırlığı kapsamında bu sezonun ilk 30 km'sini koşmuştum. Yani dayanıklılık açısından bedenim hazırdı ama hedef süre için hazır mıydım, bunu bilemiyordum.

Bu düşünceler eşliğinde Adana'ya vardım. Cumartesi sabahı 10:00 da kayıtlar başlamıştı. Gençken basket oynadığım Adnan Menderes Spor Salonundaydı. Ancak düzenleyiciler oldukça acemiydi ve çok fazla kuyruk oluştu. Antalya ve Mersin maratonlarında yarış çipimi almam neredeyse 5 dakika sürmüştü. Ama Adana'da bu süre 1 saati buldu. Can sıkıcı.


Neyse, Ankara'dan gelen dostlar can sıkıntısını giderdi ve salondan ayrılıp dinlenmeye çekildim.

Kayıt sonrası antrenman partnerim Necip Ağabey ile

Derken yarış sabahı geldi. Çok dinlenmiş olarak kalktım ve sadece 3 dilim kabak tatlısı yedim. Şimdiye kadar hep uzun mesafeler koştuğum için yarış sabahları stres olurdu biraz. Yanıma kaç tane jel alayım, nerde su içeyim vb. yarış stratejileri. Ancak yarı maratonun güzelliğini burada anladım. Bunların hiçbirini düşünmek zorunda değildim. Yanıma hiçbirşey almama gerek yoktu. Evden tipik bir antrenmana çıkıyormuş gibi çıkacaktım. Bu gerçekten büyük rahatlıktı ve insanların neden bu uzunluğu koşmayı tercih ettiklerini o anda anlamaya başladım. Ha unutmadan sabah kahvaltısında sadece üç dilim Adana usulü kabak tatlısı (kirece yatırılmış ve kıtır kıtır olan) yedim.


Bu konuya bir daha değineceğim zira çok iyi bir yarış sabahı besini olduğunu düşünüyorum artık.


Sonra kendisi de Halka Koşusunda koşacak olan annemle koşuyu beklemeye başladık. Derken Necip Ağabey geldi ve ite kaka ön sıralarda kendimize yer bulduk. Ve start verildi. Hedef 1:45'di. Bu da 5 civarında bir pace demekti.  İlk kilometrelerde gençliğimin geçtiği caddeler, sokaklarda koşuyordum.



Benim için çok duygusaldı. Rahmetli babamın muayenehanesine yaklaştığımda içimden "keşke sağ olsaydı ve beni böyle görseydi" diye geçirdim. Kim bilir ne kadar heyecanlanırdı. Bu duygulardan sıyrıldığımda kendimi eski Adana'da buldum.

Buralarda halktan gördüğümüz destek beni şaşırttı. Şunu çok net söyleyebilirim, Adana insanı Mersin halkına nazaran çok daha destekleyici bir tutum sergiliyordu. Antalya Maratonu'nu koşarken takım elbise ile maraton koşan bir adama rastlamış , bu nasıl bir delilik diye düşünmüştüm. Adının sonra Bilal Gül olduğunu öğrendiğim bu koşucu burada da vardı ve meğerse Necip Ağabey ile tanışırlarmış. Bilal hem koşup hem de facebook'ta canlı video yayınlıyordu ve ben kadrajına girmiş bulundum. İyi ki de girmişim, sayesinde koşarken bir videom oldu. Derken ömrümde ilk kez Taş Köprü'den geçtim. Yaklaşık 5 km bitmişti ve ortalama pace 4:50 min/km civarındaydı. Bu çok iyiydi çünkü zorlanmadan eser yoktu. Ama sürekli kendimi yarışı beraber koştuğumuz Necip Ağabey ve Serpil'in önünde buluyordum ve yavaşlayıp onları bekliyordum. Bu hem zaman kaybıydı hem de bu yarış için hedeflediğim 180 üstü adım/dakika'lık kadansımı bozuyordu. Tam Merkez Park'ın yanında geçerken artık ekiple olan fark iyice açılmaya başladı. Geriye dönüp kontrol ediyordum ama onların beni yakalamaya niyeti yoktu.


Artık kendi kendime kalmıştım. Bunu sindirince tempomu artırdım, 4:45 min/km ile koşmaya başladım. Bacaklarım çok iyi durumdaydı. Gerek iyi dinlenmiş olmamdan gerekse 1 haftadır koşmuyor oluşumdan çok diriydim. 12. km'de yani üniversite'den baraja dönen yolda bir yokuş vardı. Çok uzun değildi ama biraz zorlayacağını tahmin ediyordum. Korktuğum gibi olmadı ve bu yokuşu da 5:00 min/km ile çıktım. Biraz nabzım yükselmişti ama 1 km sonra yine 150 lere geriledi ve son 3 km de yaptığım atağa kadar hep bu seviyelerde kaldı. 15. km bittiğinde saatime baktım ve ortalama tempom 4:45 min/km ye düşmüştü. Çok iyi gidiyordu. Tam burada bir su aldım ama içmeden attım nefes düzenim bozulmasın diye. Sonra Dilberler Sekisi'ne geldik. Bu kısım fark yaratbileceğim bir kısımdı çünkü yokuş aşağıydı. Buraları korkusuzca 4:00 min/km tempolarla geçtim. İyice hızlanmıştım. Kafamda maraton koşmadan kalma korkular vardı ama işte 18. km ye gelmiştik. Bu maraton değildi ve yarışın bitmesine sadece 3 km kalmıştı. Bu noktada varımı yoğumu vermeye başladım. Kendimi saklamam gereken bir 20 km yoktu ki!!!. 18-20 kmler arasında 4:10'larla koştum. Nabzım yükselmişti ama sadece 160 lardaydı. Heşey yolundaydı. Artık Mimar Sinan Parkı'na girmiştik ve bitiş çizgisi uzakta gözükmüştü. Hesap kitap zamanıydı: 1:45 hedefi ile başladığım yarışta 1:39:59 ile bitirme olası hale gelmişti. Son 400 m civarında saatime baktım ve geçen süre 1:39:00'dı. Yani son 400 m için sadece 1 dakikam vardı. İşte bu noktada kusmak pahasına da olsa herşeyimi ortaya koymaya başladım. 1:40:00 olsa ne olurdu, hiçbir şey ama işte koşucular bilir o 1 saniye sizi psikolojik olarak öyle farklı hissettirir ki. Ben de bu bilinçle daha da hızlandım. 3 min/km 'nin de altında koşuyordum. Bir ara gerçekten kusacak gibi oldum ama direndim

Bitiş çizgisini geçerken

ve derken bitişe geldim ve saatimde yazan 1:39:50'lik süreyi gördüm. Çok mutluydum. Bu kadarını ben bile beklemiyordum.



Bu başarıma katkıda bulunan etkenler bence şöyle:

  1. Ankara, Adana'ya göre yüksek rakım ve ben senenin çoğunu burada geçiriyorum. Dolayısıyla, deniz seviyedeki Adana'ya inince başarım artıyor (elimde bilimsel veri yok ama bu konunun üzerine gideceğim)
  2. Yarıştan önce yediğim kabak tatlısı kanımdaki glikoz miktarını çok uzun süre sabit tuttu. Kabak tatlısı lifli bir tatlı ve şerbetteki glikoz hızla kana karşırıken kabak daha yavaş yavaş sindiriliyor. Yarıştan 2 saat önce bu besini yememin çok olumlu bir katkısı olduğunu düşünüyorum.
  3. Aylardır tayt ile koştuktan sonra Adana'da şortla koşabilmek sanki kilo vermiş gibi hissettirdi. Bu özgürlük hissi de başarıma yansıdı. Bir de Decathlon'dan aldığım sıkıştırma (compression) çorapları da kendimi çok güvende hissetmemi sağladı.
Çok güzel bir yarış geride kaldı. Artık tüm hazırlıklar Antalya Maratonu için. Tekrar görüşmek dileğiyle.

Unutmayın: koşmak özgürleştirir!

Herkese esenlikler,


24 Aralık 2017 Pazar

Lego Technic yarış bisikleti

Herkese esenlikler,

Bu blogu yazmaya karar verdiğimde, amaçlarımdan biri de Lego Technic modellerimi paylaşmaktı. Ama ne yazık ki bunu şimdiye kadar yapamadım. İşte bu konuya bir giriş yapmak amacıyla bu yazıyı hazırladım. Aslında yazıdan daha çok görsel ve izleti.

Lego teknik ile yaptığım modelleri genelde ya profesyonel yaşantımda uğraştığım alanlardan seçiyorum ya da spor. Bu ilk paylaşım spor ile ilgili. Bir bisiklet modeli. Adım adım yapma yönergesi hazırlayamadım. Zaten model incelendiğinde çok karmaşık olmadığı görülecektir. Önce bir kaç görsel...




Görüleceği üzere, bisiklet tek vitesli ve güç aktarma sistemi işlevsel. Birden fazla vites koymayı başaran biri var mı emin değilim. Ama bundan sonraki amaçlarım arasına girdi bile bu konu. Fren sistemi yok. Bisikleti çirkinleştirmeden koymanın bir yolunu henüz bulamadım. Lastikler ve jant lego nun motorsiklet için çıkardığı ürünler ama daha iyisini bulamadım. Bunun dışında, kadroyu futuristik triatlon bisikletleri gibi yapmak istedim. Sele borusu ve gideonda ise yeni nesil aero bisikletleri örnek aldım.

Bu blogda tanıttığım gerçek bisikletimle lego yarış bisikletimin yanyana koyduğumuzda ise şöyle bir görsel ortaya çıktı.



Bu da işlevselliği gösteren bir izleti...


Bu bisikletin 2. sürümü üzerinde çalışıyorum şu sıralar. Tamamladığımda ve eğer içime sinerse yine buradan paylaşıyor olacağım.

Bu bir başlangıç olsun.

Herkese esenlikler,

10 Aralık 2017 Pazar

Gloria Ironman 70.3 Türkiye Yarışı Yazısı

Herkese esenlikler,

1 küsür sene önce kafama koyduğum ve yaklaşık 1 sene önce hazırlanmaya başladığım Ironman 70.3 Türkiye yarışını başarıyla tamamlamış olarak karşınızdayım. Ben hazırlanmaya başladığımda, Ironman Türkiye 2. kez yapılmıştı ancak yarışı anlatan bir yazıya rastlamamıştım. Ironman düşüncesi kafama girene kadar ise triatlona dair fikrim televizyondan izlediklerimden ibaretti. Yüzme sporunu izlemeyi çok severdim ancak uygulamaya geldiğinde aynı duygulara sahip değildim (hala da değilim ve birazdan anlatacaklarımdan ötürü daha da soğudum). Bisikleti çocukluktan beri çok severdim ama şimdiye kadar hep dağ bisikleti sürmüştüm. Triatlon kapsamındaki 3 daldan en çok güvendiğim ve kendimi rahat hissettiğim koşuydu ama onu da tek başına yapmak bile yeterince zordu... E nasıl olacaktı bu iş? Yapanlar nasıl yapıyordu?

Bu yazıda amacım, konuyu tüm yönleriyle (donanım seçiminden, yarış taktiklerine kadar) ele almak ve yeni başlayanlara ve başlamayı düşünenlere yol gösterici olmak. Konuyu 3 bölümde ele alacağım: Hazırlık aşaması, Yarış ve Yarış sonrası düşüncelerim.

Haydi başlayalım...

Hazırlık Aşaması:


Soruların yanıtını aramaya akademik olarak yaklaştım ve bu işi en iyi anlatan kitapları buldum. Bunlardan en çok yararlandığım Friel ve Vance'ın "Triathlon Science" adlı kitabı oldu (bakınız aşağıdaki bağlantı)


Dr. Friel, bu işe çok uzun yıllarını vermiş bir sporcu ve çok sayıda başarılı sporcunun da koçu. Bu kitabın diğerlerinden ayırdı, triatlonu bilimsel bir pencereden ele alması, sadece dallara yönelik değil bu işin ayrılmaz bir parçası olan beslenme ve enerji sistemlerine de çok açıklayıcı bir biçimde değinmesi.
Değişik triatlon mesafelerine (olimpik, Ironman 70.3 veya Ironman 140.6)  ayırabileceğiniz zamana uygun antrenman programlarına, psikolojiden fizyolojiye kadar herşeyi bulabilirsiniz. Ben okurken çok faydalandım ve herkese tavsiye ederim.

Bundan önceki yazılarımda, bisiklet seçimi, saat seçimi, bisiklet taşıma çözümü gibi konulara değinmiştim. Dolayısıyla, bu yazıda daha çok Demir Adam 70.3 yarışına yönelik bisiklet, koşu ve yüzme çalışmalarını nasıl sürdürdüğüme değineceğim.

Triatlon ve triatletler için kullanılan komik bir deyiş var. İngilizcesi, "Triathlethe: A person who does not understand that one sport is enough". Türkçesi ile "Triatlet: Bir sporun yeterli olduğunu anlamayan sporcu". (Bakınız aşağıdaki görsel)


Zaten zorluk da buradan kaynaklanıyor. Sporcular çoğu zaman uzmanlaştıkları dallarda çalışmalarını sürdürürler ve kafalarında yalnızca bu spor dalı vardır. Tamam günümüzde çoğu dallarda tamamlayıcı güç çalışmaları (ağırlık çalışmaları) yapılıyor ancak yine de sporcunun aklında tek bir şey var o da uğraştığı dal. Triatlonda ise birbirinden farklı 3 dalda yarışıyorsunuz ve aslında üçü de birbirinden farklı. Çalıştırdıkları kas grupları bile farklı. Bu da sizin komple bir sporcu olmanızı gerektiriyor. Ve bitirdiğinizde de "Demir Adam" unvanını taşımanızı.

Yukarda değindiğim betikte, hazırlandığınız mesafeye göre uygulamanız gereken tipik çalışma programları uzun uzun anlatılıyor. Hatta 1 haftada ayırabileceğiniz toplam zamana göre çalışma programları ve zamanınızı dallar arasında nasıl paylaştırmanız gerektiği de. Peki çalışan bir insan için bu programları uygulamak kolay mı? Yanıtım hayır. Zira hepimizin yaşamlarının getirdiği zorluklar ve sorumluluklar bulunmakta ve tüm bunlardan sıyrılıp bu tarz programları katıksız bir şekilde uygulamak oldukça güç. Hele bir de kendi kendinizin koçuysanız ve bir klüp sporcusu değilseniz, işler daha da zor.

Ben zor olan patikadaydım. Yani kendi kendimin koçuydum. Spor fizyolojisi ve anatomisi hakkında bilgi sahibi olduğum için okuduklarımı anlamak ve uygulamak zor olmuyordu. Ama her konuda olduğu gibi burada da doğru olanı ilk seferde bulamıyorsunuz. Bir de buna her sporcunun korkulu düşü olan sakatlıklar eklenince işler iyice sarpa sarıyor. İşte bu anlarda hedeflerinize bağlı kalmak ve yılmamak çok önemli.

Peki ben ne yaptım? 3 daldan en çok güvendiğim dal olan koşuyu cepte varsaydım. Çünkü koşmak içgüdüsel birşey. Yarışa 1 sene kaladan itibaren aksatmadan her hafta en az 2 kez koştum ki cepte olduğunu düşündüğüm bu daldan gol yemeyeyim. Bu koşular benim taban sıkılık katmanımı (base fitness layer) oluşturdu. Bu koşularda 10 ila 20 km arasında değişen mesafeleri hedefledim. Yani 1 sene boyunca sürekli bu mesafeleri koşabilecek seviyede kaldım. Ayda 1 kez ise dağ bayır tırmanış (trail running) koşuları yaptım. Dağ bayır tırmanış koşularının bir insanın kardiyovasküler sıkılığına olan katkılarını anlatamam. Bununla beraber, koşu hakkındaki bilgi birikimimi geliştirmeyi ihmal etmedim (bahsettiğim betiği okuyarak).

Koşu bu şekilde ilerlerken yaşamıma bisikleti soktum. Bisiklet yine çocukluktan beri içgüdüsel olarak sürdüğümüz bir aygıt ancak gerek teknoloji gerekse dalın kendisi olarak insanlığın geldiği yer bizim hatırladığımızın çok çok ötesinde. Sürekli hafifleyen bisikletler, bisiklete özel giyim kuşam, bisiklet üzerinde beslenme, uygulanması gereken çalışma programı vb. tüm konuları sıfırdan öğrenmek zorunda kaldım. Aslında benim gibi öğrenmeye meraklı birisi için bu çok heyecan verici bir meydan okumaydı. Düşünsenize her gün yeni birşey öğreniyorsunuz. Bazen sabah okudğunuz birşeyi akşama uygulayabilmek için sabırsızlanıyorsunuz. Ben daha önceki yazılarımda anlattığım bisikletimi aldığımda aylardan Temmuzdu (2016) ve Ankara'da havalar çok güzeldi ve günler uzundur. İşten eve gelir gelmez kendimi bisikletin üzerinde buluyordum. Ancak sonra kış kendini gösterdi ve bisiklete binmek her geçen gün daha da zorlaştı. Bisiklete binme azmim değişmemişti ama binebilmek için gereken giyim unsurları bile insanı yıldırıyordu. Tayt, rüzgarlık, yüz maskesi, eldiven vs. vs. İşte bu noktada ev çalıştırıcısı (home trainer) almaya karar verdim. Bu çalıştırıcılar yıllardan beri evde çalışma yapmak isteyen bisikletçilerin dostu olagelmiştir. Ancak o kadar çok çeşit ve o kadar geniş bir fiyat aralığı vardı ki... Diğer bir konu ise, ev çalıştırıcılarında bisiklet sürmek çok sıkıcıydı. Zaman içerisinde bunu zevkli hale getiren bazı uygulamalar çıkmıştı ama yine de evdeydiniz ve rüzgarın yüzünüze çarpmasını (motorun yaptığı dalga köpürtmesi gibi oldu) hissedemiyordunuz. Derken tam sıralarda dünyada iyice popüler olan ve çalıştırıcılarına dayalı bir oyun platformu olan Zwift ile tanıştım. İnanılmaz bir fikirdi. Ev çalıştırıcısında bisiklet süren binlerce insan, oldukları yerden dünyadaki diğer kullanıcılarla yarışabiliyor ve çalışma sürüşleri yapabiliyordu. Zwiftin desteklediği ev çalıştırıcılarından en baz modellerden biri olan, Elite Superchrono E-force'u almaya karar verdim (Bakınız ev çalıştırıcısı üzerindeki bisikletim, henüz halılar tanınmayacak hale gelmemiş)


Ne yazık ki yatırımlar bununla bitmedi. Ev çalıştırıcısıyla Zwiftin haberleşebilmesi için, hız (ve veya kadans bilgisi) bilgisini bilgisayara aktarmanız gerekiyor. Bunu başarabilmek için bilgisayarınıza bir Ant+ alıcısı, bisikletinize ise hız ve kadans (dakikada çevirdiğiniz pedal sayısı) ölçer takmanız gerekiyor. Bir dizi araştırmadan sonra, Ant+ aktarıcısını, Garmin Hız ve Kadans ölçerleri Amazon'dan sipariş ettim. Sonra da aylık 10 $'a Zwift üyeliğimi başlattım. Tüm bunları tamamladığımda aylardan Ocak'tı (2017) ve yarışa 10 aydan az bir süre kalmıştı. Ve dahası bisiklet sporunda kitaptan okuduklarım bakımından başlangıç aşamasındaydım.

Ama çok heyecanlıydım. Zira bisiklet sporunda günümüzde ölçülen en önemli parametre olan üretilen güç miktarını ölçebiliyordum. Bisikletle uğraşanlar bilirler, yaptığınız çalışmanın en önemli ve yanılmaz tanımlayıcısı ürettiğiniz ortalama güçtür. Bu sayede, "Bugün çok yoruldum", "Bugün çok iyi çalıştım" gibi muğlak ifadeler yerine "bugün ortalama 250 W ile 1 saat sürdüm" gibi bilimsel ölçemleri kullanabilir hale gelirsiniz.

Tüm donanımım tamamlanınca, ağırlığımı iyice bisiklete verdim. Haftada en az 5 kere bisiklet sürmeye başladım. Zamanımın kısıtlı olduğu günlerde ise kısa ama yoğun çalışma programları uyguladım. Ve üretebildiğim ortalama güç değerlerindeki gelişmeyi takip ettim (birazdan bu konuya ayrı bir parantez açacağım). Tüm bunlar için Zwift şart mıydı? Aslında değildi. Ürettiğiniz güç değerlerini ve bu alandaki gelişminizi takip ettiğiniz müddetçe şart değil. Ancak her geçen gün birçok veri üretiyorsunuz ve gelişminizi kendiniz takip edecekseniz mutlaka bir programa ihtiyaç duyuyorsunuz. Zwift bunu belli bir seviyede sizin için yapıyor. Yeterli mi diye soracak olursanız, ortalama bir kullanıcı için yeterli olabilir ama benim gibi veriye aç biriyseniz daha fazlasına gerek duyabilirsiniz. İşte bu noktada ise Golden Cheetah devreye giriyor.  Golden Cheetah, triatletler veya bu dallardan herhangi biriyle ilgilenen sporcular için geliştirilmiş açık kaynak bir yazılım. Ve yetenekleri neredeyse sonsuz. Elde ettiğiniz tüm verileri (her dalda) yükleyebildiğiniz ve her daldaki gelişminizi ayrı ayrı gözlemleyebildiğiniz süper bir yazılım. Ben bu yazılımı, Şubat ayında keşfettim ve öyle çok faydalandım ki anlatamam (Strava ve TrainingPeaks gibi siteler de buna benzer hizmetler sunuyor ama Golden Cheetah'ın yetenekleriyle kıyaslandığında, bu sitelerin paralı sürümleri bile çok yetersiz kalıyorlar. Ben her iki siteyi de kullanıyorum ama sadece verilerimi saklamak için).

Golden Cheetah'ı daha etkin bir şekilde kullanmaya başladıktan sonra, Ironman için hedefler koymaya ve bu hedeflerin  neresinde olduğumu takip etmeye başladım. Bisiklet için en önemli parametrelerden biri kütleydi. Yani siz artı bisikletin toplam kütlesi. Benim bisikletim pedallar ve  aerobarlar dahil 9 kg civarındaydı. Bisiklet dünyasını bilenler, kütle azaltmak için yapılması gereken yatırımların ne kadar astronomik boyutlara ulaşabildiğini bileceklerdir. Ve neredeyse bu işin sonu yok gibi. Bir bileşenin daha hafifini alıyorsunuz ondan da daha hafifini çıkarıyorlar. Ben de bir karar vermek zorundaydım: ya her hafifleşme çabasının peşinden gidecektim ya da kendi kütlemi azaltacaktım. Ben daha ucuz yöntem olan kendi kütlemi azaltma yoluna gittim. Ve kendime, yarışa 75 kg ile gitme hedefi koydum. Bu hedefi koyduğumda 84 kg civarındaydım. Ve o sıralarki İşlevsel Sınır Gücüm (Functional Treshold Power (FTP) yani, 1 saat boyunca üretebileceğiniz en yüksek ortalama güç) 280 Watt'tı. 280 W tek başına birşey ifade etmediğinden, bisiklet sporunda üretebildiğiniz gücü kütlenize bölerek normalize ediyorsunuz. Dolayısıyla, ilk ölçümlerim sırasında 3.3 W/kg'lik FTP'ye sahiptim. Sınıflamalara bakıldığında bu ortalama bir değerdi. Ironman için yeterliydi belki de ama ben kendime 4 W/kg'lik bir hedef koydum. Bunun için yapmam gereken şey, hem kütlemi azaltmak hem de FTP'mi artırmaktı ve hiç de kolay değildi.

Ama her geçen gün daha da geliştiğimi hissettim. İlkyazın (baharın) gelmesi ile birlikte kilo vermem de hızlandı. Temmu ayı geldiğinde 80, Ağustos'ta 78 ve Eylül sonunda 76 kg'ye ulaşmıştım. FTP'deki artış ise aynı şekilde gelişmedi. Araya giren tatiller ve iş güç derken ancak Eylül sonunda 309 W'lık FTP'ye ulaştım. Bu hedeflediğimden de iyiydi (4.06 W/kg) ve sınıflandırmalara bakıldığında Category 3 sürücüler seviyesindeydi (hatta biraz daha zorlasam Category 2 olacaktım). Tüm bu artışları sağlarken Zwift'te bulunan hazır FTP test protokllerini takip ettim. Dürüst olmak gerekirse Zwift bu konuda oldukça yardımcı oldu. Ekrandaki komutları takip etmek zaten çok ama çok zor birşey olan FTP Test'ini tamamlamayı olası kıldı.

Koşu ve bisiklet bu şekilde ilerledi. Haftasonları ise mutlaka çoklu çalışma yaptım. Yani sabah koşu öğleden sonra bisiklet veya peş peşe her ikisi (buna İngilizce'de "brick training" (tuğla çalışması) diyorlar). Peki yüzme için ne yaptığımı soracak olursanız... Neredeyse hiç birşey. Yanlış anlaşılmasın, bu bir öneri değil. Hatta yukarda bahsettiğim kitabı okursanız, her bir dala ayrı ayrı önem vermeniz gerektiği uzun uzun anlatılıyor. Ama bir işin pratiği var. Ben şanslıydım ve üyesi olduğum spor klübünün yüzme havuzu vardı. Ama bu havuzun boyu 17 m idi. Yani yüzme şansım vardı ama çoğu zaman doluluk gibi sebeplerden esaslı bir yüzme idmanı yapamıyordum. Bununla beraber şunu görmüştüm: öyle veya böyle, 1 km'lik bir yüzmede, 2 dakika/100 m'lik tempoyu rahatlıkla tutturabiliyordum (hiç birşey yapmadım dediysem bir bildiğim vardı da yapmadım:)). Burdaki tek bilinmezlik şimdiye kadarki tüm yüzmelerimi havuzda yapmıştım ve açık su da zamana karşı yüzmeye dair hiç bir tecrübem yoktu. Nasıl olacaktı? Yön bulma herkesin söylediği gibi bir sorun oluşturacak mıydı? Tüm bu endişelerle Eylül ayına gelmiştim. Yapacağıma dair özgüvenim dışında elde pek birşey yoktu. Antalya'da uzun zaman sonraki ilk açık su yüzme denemelerimi yaptım. Sabahları çok uzun bisiklet sürüşleri yaptığım için yüzmek için ne gücüm ne de isteğim kalıyordu. Yine de kendimi zorlayarak, kitaptan ve Adam Walker'dan edindiğim bazı çok temek şeyleri uygulamayı denedim. Bunlardan en önemli ikisi, yüzerken kafanın olabildiğince suyun altında kalması gerektiği ve yön bulurken kafayı çok kaldırmadan bakmaktı. Şaşırtıcı ama gerçek, 4 günlük Antalya kampımda, sadece toplam 1 km yüzebilmiştim ama bu iki tavsiyeyi uygulamak açık suda bile 2.00 dak/100 m'lik tempolara ulaşmamı sağlamıştı. Şimdi geriye kalan bu tempoyu 2 km boyunca uygulayabilmekti (sanki çok kolaymış gibi).

2017 Ekim ayının ilk haftasına geldiğimizde (yarışa 7 gün kala), son uzun koşu ve sürüşlerimi yapmış ve aşağıdaki hedef performans değerleri ile yarışı beklemeye başlamıştım:

Yüzme : 2.00 dak/100 m
Bisiklet : 35 km/saat ortalama hız (sürüş sırasında güç ölçemediğimden hız hedefi koydmuştum)
Koşu : 5:30 dak/1km 

Aslında koşuda çok daha iyisini yapabilecek durumdaydım ama triatlon söz konusu olduğunda koşu en son daldı ve hayatımın ilk triatlonunda bedenimin nasıl tepki vereceğini bilmediğimden temkinli olarak böyle bir hedef belirlemiştim.

Tüm bu süreçte sırtımı yasladığım ve yarışta kullanacağım spor gereçlerim ise şunlardı:

Bisiklet : Mosso TCA 735 105
Jantlar : Fulcrum Racing LG 5
Tekerlekler : Michelin Pro 3 Service Course 23 mm
Bisiklet ayakkabısı : Shimano RT-82
Gözlük: Decathlon Btwin Cycling 700
Hız algılayıcı : Garmin
Kadans algılayıcı : Garmin
Nabız ölçer : Garmin
Saat : Garmin fenix 3 HR
Koşu ayakkabısı: Adidas Energy Boost 3
Mayo: Decathlon Nabaji

Tüm bu gereçlere dair yorumlarımı daha öncek yazılarımda bulabilirsiniz.

Yarış aşaması:

Yarışa 15 Ekim 2017 Pazar günü gerçekleşecekti. Ben ise ailemle beraber 13 Ekim Cuma günü Antalya'ya hareket ettim. Daha önceki bisiklet kamplarımı da Antalya'da gerçekleştirdiğim ve bu rotayı arabamla gitmeye alışık olduğumdan yine arabayla yolculuğu seçtim. Bisikletimi taşımak içinse bir önceki yazımda anlattığım araba üstü taşıma çözümünü kullandım. Saat 11:00 gibi Gloria Sports Arena'ya vararak hemen kaydımı yaptırdım. Bunu erken halletmem çok iyi oldu zira yoğun bir idman beni bekliyordu. Çıkışta adet olarak panoda ismimi buldum:

Eşyalarımı alarak hemen otelime geldim. Çantadan çıkanları kontrol ettim ve yavaş yavaş yarış çantalarına neleri koyacağıma dair düşünmeye başladım.


Gelmeden önce dikkatlice okumuştum ama olası değişiklikler için önce yarış kitapçığına göz attım. Ve sonra idman yaklaşımımı belirledim.

Tüm hazırlıklar boyunca en az zaman ayırabildiğim dal olan yüzmeye yönelik endişelerim vardı. Bu sebeple Cuma ve Cumartesi günlerinin öznesi yüzme olacaktı. Hemen bisiklete atladım ve yarışın geçeceği parkurda 45 km'lik bir sürüş gerçekleştirdim. Form seviyem iyi durumdaydı ve fazla zorlanmadan 35 km/saat'lik ortalama hızları yakalamıştım. Bunun verdiği özgüvenle hemen yüzme parkuruna gittim. Su sıcaklığından endişeliydim ama gittiğimde Akdeniz beni öyle bir karşıladı ki sudan çıkmak istemedim. Su harikaydı ancak tek sorun yüzme her zamanki gibi çok sıkıcıydı. Cuma günü benim antrenman yaptığım saatlerde dubalar yeni yerleştiriliyordu. İlk defa açık denizde belli bir mesafeyi yüzecektim ve ilk defa yön bulma (kerteriz) becerilerimi sınayacaktım. Deniz dalgasız olduğu için düz çizgide yüzmekte zorlanmadım ve ilk günkü yüzme antrenmanımda 1600 metreyi 32 dakikada tamamlayarak hedef değerime ulaştım. Tek can sıkıcı nokta, saatime göre 1600 m yüzmüştüm ama dubalara ve yarış parkuruna göre daha yüzmem gereken 600 m daha vardı. Yani tempom iyiydi ama ya dubalar yerli yerinde değildi ya da dubaları çok açıktan almıştım. İlk gün biterken en azında şunu görmüştüm: yüzmedeki sınır zaman (cut-off time) olan 70 dakikaya takılmayacağım ortaya çıkmıştı ve bu rahatlatıcıydı. Öğleden sonra bir bisiklet idmanı daha yaparak Cuma gününü noktaladım. Yine bugün depoları doldurmak için ciddi miktarlarda karbonhidrat almaya başladım.

Cumartesi gününe erken bir kahvaltı ve ardından bisiklet idmanı ile başladım. 25 km sürerek saat 11:00 de yarış brifingine katıldım. Yarış brifingi inanılmaz bir ortam. Benim gibi ilk kez katılan o kadar çok kişi vardı ki..Ne kadar heyecanlandığımı hatırlıyorum...

Yarış brifinginden sonra tekrar yüzme idmanına gittim. Bu sefer daha kısa yüzdüm ama bir önceki günün aynı değerlerini tekrar edebileceğimi gördüm. Bu özgüvenimi pekiştirdi. Ardından hedefim koşunun gerçekleşeceği güzergahta kısa bir koşu yapmaktı ama bu mümkün olmadı. Düzenleyiciler, koşu güzergahına ya sabah 06:00 dan önce ya da akşam 18:00'den sonra girilmesine izin veriyorlardı. Bu da pratik anlamda girememek demekti. Koşunun en güvendiğim dal olmasına da güvenerek bu idmanı yapmadım. Saat 15:00 ile 19:00 arasında bisiklet ve torba teslimi yapılacaktı. Bu şu demek: yukardaki resimde gösterdiğim tüm malzemenin, yarışta kullanacağım stratejiye göre torbalara konması ve bu torbaların bisikletle beraber geçiş alanında (transition area) bana ayrılan yere konması.

Koşu ve bisiklet torbalarımı planım doğrultusunda doldurdum. Yüzmeden çıkışta ilk bisiklet torbanızı alıp içindekileri kullanmaya başlayacaksınız. Bu nedenle içine bisiklet aşamasında gerek duyacağınız şeyler konmalı. Ben numara tutacağı, numara tutacağına iliştirilmiş enerji barları, gözlük, bisiklet ayakkabısı, çorap ve bisiklet formamı koydum. Koşu torbasına ise, koşu ayakkabısı, koşu şortu ve yedek üst koydum. Ve bisikletimi de alarak geçiş alanına hareket ettim. Tam bisikletimle birlikte geçiş alanına girecekken, kapıdaki görevliler aerobarlarımın ucu açık olduğu için beni bu halde içeri alamayacaklarını söylediler. Soğuk kanlı davrandım ve hemen çözüm aramaya başladım. Yan tarafta onarım desteği veren görevlilere elektrik bandı sordum ama bulamadım. Sonra su şişesi kapağını tutturmayı düşündüm. Tam bir oraya bir buraya koştururken aerobarlarımın öbür tarafında kapak olduğunu farkettim ve onları ön tarafa taktım. Böylelikle ilk kriz aşılmış oldu. Buradan çıkarılacak ders şu: bisikletinizdeki barların hiçbirinde delik veya açıklık olmamalı.

Bisikletimle geçiş alanında bana ayrılan yeri buldum ve bisikletimi yerleştirdim (bakınız aşağıdaki görsel)


Daha sonra da torbalarımı bırakacağım yere gittim ve torbalarımı astım (bakınız aşağıdaki görsel)

Bu noktadan sonra, sabah saat 06:00'ya kadar ne bisikletinizde ne de torba içeriğinde bir değişiklik yapma hakkınız oluyor. Bu da benim gibi ilk kez Ironman yapacak olanların üzerindeki baskıyı artırıyor: ya birşey unuttuysam?. Neyse, hem bisikletimi hem de torbalarımı üçer kere kontrol ettikten sonra çıkışa doğru ilerledim. Bu noktada size yarış çipiniz veriliyor ve ayağınıza prangayı vuruyorsunuz. Çoğu tecrübeli atlet, ertesi gün unutmamak veya çipli prangaya alışmak veya da havasını atmak için çipini bir gün önceden takmaya başlıyor. (Ben de akşam yatarken takmıştım bile). Kapıdan çıktıktan sonra yapacağınız birşey kalmıyor. Çünkü tüm spor giysilerinizi teslim etmiş durumdasınız. Aslında yapılabilecek tek şey yüzme. Onu da yapmak pek içimden gelmedi doğrusu.

Saat 17:00 gibi otele döndüm ve ailemle beraber yarışı beklemeye başladım. Zaman da geçmek bilmiyordu. Hafif bir akşam yemeğinin ardından 21:00 sularında yatağa girdim. Günün yorugunluğundan olsa gerek uyumam çok zaman almadı. Otel yönetimi atletler için yarış günü kahvaltıyı 05:30'da başlatacaktı. Benim hedefim 05:00'de kalkmak, bağırsak sistemimi düzenlemek, 05:30'da kahvaltıya başlamak, 06:30'daki servise binerek yarış alanına gitmekti.

Planıma uygun olarak, kahvaltıya başladım. Normalde ben yarış sabahları çok iştahlı olmam. Yemem gereken kadar yerim. Ama etrafınızdaki insanların karbonhidrata saldırışlarını görünce acaba ben mi yanlış yapıyorum diye düşünmeye başlıyorsunuz. Aslında bu insanların karbonhidrat yüklemesine dair doğru bildikleri yanlışlardan kaynaklanıyor. Yarış sabahı depolarınızı doldurmak için geç ve ancak kan şekerinizi yükseltebilirsiniz. Bu da sizi ancak yarışın dörtte birinde idare eder. Neyse buralar uzun hikaye ve başka bir yazının konusu. Ben yaklaşık 1000 kalorilik kolay sindirilen şekerlere dayalı bir kahvaltıdan sonra iki bardak kahvemi de içerek yarış alanına hareket ettim. Serviste geçen 5 dakikada etrafınızda konuşulanlar sizi inanılmaz heyecanlandırıyor. Son dakika taktikleri, tecrübelilerden öneriler vb. Benim kafamdaki oyun planı çok uzun süredir hazır olduğundan kimseye kulak asmadım ve etrafımı dinlememeye çalıştım.

Ve sonunda yarış günü, geçiş alanına girmiştik. Saat  06:35'di. Kapıda, son torbanız olan, yarış bitiminde size teslim edilecek tobayı bırakmanız gerekiyor. Ben altımda yüzme mayom, terliğim ve tişörtümle gelmiştim. İşte bu noktada deneyimsiliğimin ilk etkileri görülmeye başladı. Çünkü üstümdeki tişörtü ve terliğimi torbaya koyarak teslim etmek zorunda kaldım. Saat 06:35'de üstüm çıplak ve ayaklarım yalın olarak gezinmeye başladım. Benim gibi insanlar vardı ama bunlar çoğunlukla kuzey ülkelerinden gelenlerdi. Hava çok soğuk değildi ve ben soğuğa karşı dayanıklıyımdır ancak heyecan etmeni ile birlikte ciddi ciddi üşümeye başlamıştım. Ve daha yarışan 1 saatten fazla vardı. Ama bununla da başa çıkmak zorundaydım. Sanki bir bildiğim varmış özgüveni ile renk vermemeye ve çıplaklığımı düşünmemeye çalıştım.

Birçok atlet bisikletleri üzerinde son değişikleri yapıyordu. Bense hayret içindeydim zira tüm bunlar için çok geç değil miydi? Lastik değiştirenden tutun da sele boyu ayarlayana kadar her tip insan. Ben de bisikletimi son kez kontrol ettim. Lastiklerin basıncına baktım. Torbalarımın asılı durduğu yere son kez göz attım ve yapacak birşey bulamayınca geçiş alanından çıkarak sahile yani yüzmenin başlayacağı yere gitmeye karar verdim. 07:00'de yüzme parkuru ısınma yüzüşleri için açılacaktı. Ben de bu saatte sahile ulaştım. Birçok atlet Serenity Resort Otel'de yani parkurun olduğu otelde kalıyordu ve bu çok büyük avantajdı. Birçok kişinin odadan aldıkları bornoz veya havluyla yarış alanına geldiklerini gördüm. Ben ise denize girmeye tereddütlüydüm zira girmek dert değildi ama çıktıktan sonra titreye titreye yarışı beklemek sorundu. Ama bir yandan da su sıcaklığını merak ediyordum. Bu tereddütler arasında giderek artan heyecanla birlikte ısınma yüzüşü yapmaya karar verdim. Su sıcaklığı inanılamayacak kadar iyiydi. Sudan çıkasım gelmemişti. Toplamda 200 m kadar yüzüp sudan çıktım. Keşke çıkmasaydım demeye başlamıştım bile. Heyecanın da artmasıyla titremeye başladım. Daha hızlı kurumak ve ısınmak için zıplıyordum. Neyseki 07:45 de titremem durdu ve artık başlangıç alanına geçtim. Aşağıda internette tesadüfen bulduğum içinde benim de olduğum görsel de başlama alanın nasıl olduğu görülüyor.


Burada ikinci deneyimsizlik kaynaklı hatamı yaptım. Düzenleyiciler, atletlere hedefledikleri değere (yani yüzme aşamasını bitirmeyi hedefledikleri süre) göre sıralanmalarını söylediler. 30-35, 35-40, 40-45, 45-50, 55-70 sıraları vardı. Ben de hedef değerim olan 40 - 45 dakika sırasına geçtim. Bu noktada dürüstlük çok önem taşıyordu. Eğer gerçekte olduğundan daha yavaş bir sıraya girdiysen önündekilerle çarpışma şansın artıyordu. Veya gerçekte olduğundan daha hızlı bir sıraya girdiysen arkadan gelenlerin sana yetişmesi ve geçerken sana çarpmaları riski olacaktı. Ancak şu vardı hangi sırada olduğunuzun hiçbir önemi veya avantajı yoktu. Çünkü herkesin süresi ayağındaki çip çizgiden geçince işlemeye başlayacaktı. Ama işte 1500 kişinin kendi performansını net olarak tespit etmesi ve buna göre sıralanması çok olası birşey değildi.

08:00'de yarış başladı. Benim suya girmem 08:05'i buldu zira ben arkalardaydım. Yüzme en korktuğum daldı ve tüm amacım kazasız belasız bu aşamayı tamamlamaktı. Tam suya girerken sahipsiz bir çipin suda dalgalandığını gördüm. Bu kabus gibi birşeydi. Çipiniz olmadığı takdirde hiçbir yaptığınızın önemi yoktu. Önümdekilere bağırdım belki kayıp çip yakındaki birinindir umudyla. Ama hayat devam etmeliydi ve süre başlamıştı. Hafif bir üzüntü ile yüzmeye başladım. Bir süre sonra artık sadece kendimi düşünmeye başlamıştım. Ama kısa aralıklarla ayaklarımı birbirine sürterek çipimin hala ayağımda olduğunu denetliyordum. Küçük de olsa bir takıntı başlamıştı. Ama bu da yarışın bir parçasıydı. Su o kadar güzeldi ki, bir süre sonra yüzmenin keyfini çıkarmaya başlamıştım. Kendimi hiç zorlamadan her zamanki 2:00 dak/100 m tempompda yüzüyordum. Beni geçenler de oluyordu benim geçtiklerim de... O kadar endişelendiğim yüzme aşaması çok zevkli geçiyordu. Ta ki, açık deniz yüzme yarışının hiç bilmediğim yüzünü görene dek. İlk dubaya geldiğimizde yani 600 m civarında, herkes dubayı en içten dönebilmek için hareketlenmeye başladı. Dubayı içten dönebilmek önemliydi ama ben bu kadar bir rekabet olacağını tahmin etmiyordum. Ve insanların çirkin yüzünü görmeye başlamıştım. Kafama 3 veya 4 tane ayak darbesi aldım. İşin ilginç tarafı, havuzda yüzüyor olsanız ve arkanızdaki kişinin kafasına vursanız, kendinize bir çeki düzen verirsiniz, bir daha vurmamak için bir çaba gösterirsiniz. Burada böyle birşey yok, bir vuran bir daha vurmaktan çekinmiyor. Vurula vurula dubayı döndüm. Fakat o kadar dışa itilmiştim ki.. Sağ salim döndüğüme şükrederek, aynı darbeleri bir daha almamak için biraz dışa açıldım. Dışa açılmak demek daha geniş bir dairede ve dolayısıyla daha fazla mesafe yüzmek demekti. Bunu kafama takmadan ilerledim. 2 duba için kerteriz almak için kafamı kaldırdığımda, diğer yüzücülerden yaklaşık 30-40 metre açıkta yüzdüğümü fark ettim. Çok açılmıştım. Ciddi miktarda daha fazla yüzecektim. Ama çok iyi hissediyordum. 1200 metre dubasını açıktan alarak kargaşaya girmedim. 2 tane iç içe geçmiş U harfi şeklindeki bir parkuru yüzecektik. İlk U'nun sahile doğru olan kısmını yüzüyordum. Dalgaların da yardımıyla hızlandım. Beni geçenleri bir bir geçmeye başladım. "Avustralya çıkışı" adlı bir yaklaşım uygulanacaktı. Yani ilk U'yu tamamladığımızda, sudan çıkacak, başlangıç takının altından geçecek ve tekrar suya girerek ikinci U'yu yüzecektik. Sudan çıktığımda başım döndü. Ama bu normaldi. 30 dakikadır yatay durumdaydım ve birden dikeye geçince baş dönmesi olmuştu. Çipimi biraz daha sağlamlaştırıp tekrar suya daldım. İkinci U çok daha keyifli geçiyordu. Çünkü 1 yıldır kafamı kurcalayan yüzme aşaması kısa bir süre sonra son bulacaktı. Bu motivasyonla tempomu artırarak yüzdüm. 2. U'nun son bacağına geldiğimde artık heyecanlanmaya başlamıştım. Derecem nasıldı. Tempom sürekli aynıydı ama acaba bana mı öyle geliyordu. Bir kaç kere saatime bakmaya çalıştım ama durmadan görmek çok zordu. Bunu kafama takmadan devam ettim ve kıyıya ulaştım. İşte yüzme aşaması bitmişti. Takın altından geçerek duş istasyonuna koştum. Duşların altından geçtim ve köprünün üzerinden koşarak Otel lobisine vardım. Düzenleyiciler bunu çok iyi düşünmüştü. Geçiş alanına ulaşmak için Otelin lobisinden geçiyordunuz. Otel konuklarından o aşamada gelen destek çok iyiydi. Dahası yüzme bitmişti ve bisiklet başlayacaktı.

Yaklaşık 800 metre koşudan sonra geçiş alanına ulaştım. Denizden çıkmadan tuvalet ihtiyacımı çözmüştüm. Tek yapmam gereken hemen üstümü değişip bisikletime atlamaktı. Hemen torbamı aldım, çok kısa sürede giyindim ve bisikletime koşmaya başladım. 1. Geçişi (First Transition) yaklaşık 8 dakikada tamamlamıştım. Bu benim gibi bir çömez için fena değildi zira tüm giysilerimi de değiştirmiştim. Elit atletlerin süreleri 4 dakikalar civarındaydı. Bisikletin üstüne binmek çok mutlu etmişti. Ancak sanırım adrenalinden olacak, nabzım 170'lerdeydi. Ve çok büyük efor da sarf etmiyordum. Durumu heyecana bağladım ve başladım pedallemeye. Herşey çok iyi görünüyordu. Henüz istediğim hızlara ulaşamamıştım ama daha başımın dönmesi bile geçmemişti. Kan dolaşımının ve nabzımın normalleşmesi 5 dakika aldı. Bundan sonra hızlanmaya başladım. 34 km/sa hızlarda ilerliyordum. Hava çok güzeldi. Sıcak zorlamıyordu. 10 km'de ilk badem ezmemi yedim. Yüzmede benden önde olan atletleri geçiyordum ve bu çok iyi hissettiriyordu. Yaklaşık 30. km'de Expo yoluna bağlanıp kuzeye doğru sürmeye başladığımda ise bir anda herşey değişti. Bir gün önce rüzgar olmayacağı haberini almıştık ama yarış günü bir kafa rüzgarı (head wind yani size tam karşıdan gelen rüzgar) başladı ki olayın tüm keyfini alıp götürdü. O ana kadar 33 km/sa olan ortalama hızım yavaş yavaş düşmeye başladı. Rüzgar o kadar zorlamaya başlamıştı ki, yol dümdüz olmasına rağmen 27 km/sa hızlarla sürebiliyordum. Bu çok canımı sıkmıştı. Sadece bisiklet sürecek olsam rüzgara karşı savaş verip hızlarımı artırabilirdim ama daha 35. km'deydim ve 55 km daha vardı. Üstüne de yarı maraton. Bunun yarışın bir gerçeği olduğunu ve yaşamın gönderdiği şeyleri kabul edip devam etmem gerektiğini kendime söyledim. Hızlanmak için zorlamadım. Ama bu aşamanın böyle olacağını hiç düşünmemiştim. Expo alanına girerken yiyecek içecek istasyonundan geçtik. Yavaşlayarak powerade aldım ve elimde yarattığı yapış yapışlık hissini saymazsak powerade çok iyi geldi. Expo alanına girince batıya doğru sürmeye başladık ve rüzgar eskisinden daha az etkilemeye başladı. Expo'da çizilen halkadan sonra bu sefer geldiğimiz yöne sürmeye başlamıştık. Az önce aleyhimize olan rüzgar artık arkamızdan esiyordu ve bu ciddi avantajdı. Rüzgarın da desteği ile 45 km/sa hızlara ulaştım ve yaklaşık 15 km boyunca bu hızları sürdürebildim. Bu çok iyi geldi. Ama bir kez daha Expo'ya sürecektik ve bir kez daha kafa rüzgarı yiyecektik. Karşı şeritten gidenlerin yüzündeki acıdan çok değil 10 dakika önce yaşadıklarımı görüyordum. Yapacak birşey yoktu. Devam etmeliydim. Dönüş noktasına geldik ve ikinci kez Expo yönüne döndük. Kafa rüzgarı sadık bir şekilde bizi bekliyordu ve 45'lere ulaşan hızlarım tekrar 28'e düşmüştü. Yolu km km erittik ve Expo'daki ikinci dönüşten sonra tekrar hızlanmaya başladım. Aerodinamik pozisyona geçtim ve uyguladığım gücü artırdım. O noktada ortalama hızım 28'lerdeydi. Güçle beraber hızım iyice arttı ve son 10 km ye geldiğimde ortalama hızım 31 km/sa'e çıkmıştı. Son bir gayretle daha da fazla abandım ve bisiklet aşamasını tamamladığımda ortalama hızım 32 km/sa olarak gerçekleşti. Hedefim 35 km/sa ile tamamlamaktı ama hesapta olmayan rüzgar çıkmıştı. Ama işte bisiklet de bitmişti. Demir adam rüyasına ulaşmama 21 km kalmıştı. Rüzgar hariç hiçbir aksilik de olmamıştı. Yanımda bana 1 kg'lik dezavantaj sağlayan yedek iç lastikler, karbon dioksit tüpü ve pompa ile geziyordum. Çok şükür ki bunları kullanmam gerekmemişti.

Geçiş alanına girdim ve hemen bisikletimi bırakarak torbamın olduğu yere koştum. Hızlıca şortumu ve tişörtümü değiştirdim, koşu ayakkabımı giydim. Tuvalette kuyruk olmadığını görünce bu ihtiyacı da hemen giderdim ve koşuya başladım. 2. Geçiş'de 4 dakika civarında zaman harcamıştım. Elitler 2 dakika civarında harcıyorlar zira onlar üst baş değiştirmiyor sadece ayakkabı değiştiriyorlar. Koşu otelin içinde ve golf sahasında geçecekti. Daha önce sadece dışardan görmüştüm. Yiyecek içecek istasyonları çok sık ve zengindi. Her istasyonda içecek alıyordum ve hava sıcaklığı arttığından büyük bir kısmını kafama döküyordum. Koşuya çok hızlı başlamıştım. Ne de olsa bu benim ana dalımdı. Ama 4:50 dak/km tempoyla geçtiğim ilk 2 km'den sonra biraz endişelendim. Yaşamımın ilk triatlonunda erken düşme riskini göze alamazdım. Sonra tempomu 5:20 dak/km'lere çektim. Kardiyovasküler açıdan çok rahattım. Nabzım 140 atış/dak civarındaydı ve hiç zorlanma emaresi yoktu. 10. km'de yanıma bir Alman geldi. Sanırım tempomu kendisine uygun görmüştü. Hiç konuşmadan yan yana koşmaya başladık. Ve bu sessiz işbirliği son 2 km'ye kadar sürdü. Ancak artan hava sıcaklığı sıvı gereksinimimi artırmıştı. Su istasyonlarını iple çekiyordum. Bir elimde içmek için, diğer elimde ise kafamdan aşağı dökmek için iki su şişesi bulunduruyordum. Bir noktada, organizasyondan birinin elinde hortumla isteyenlerin üzerine su tuttuğunu gördüm. "Yıka beni" diye bağırdım. Bu çok iyi gelmişti. 18. km'de golf sahasından çıkarak sokağa adım attık. Artık yarışın sonuna geliyorduk. Bu arada Alman arkadaşım 2 kere bırakma noktasına geldi. Ben her iki sefer de onu bekleyerek bırakmasına izin vermedim. Toplam süremi tam olarak hesaplayamıyordum çünkü geçişlerde ne kadar süre kaybettiğim ancak tahmin edebiliyordum. 6 saatin altında bitirme hedefim olduğu için işi riske atmadım ve var gücümle koşmaya başladım. Karın bölgemin ıslanmasından ve artan hızımdan dolayı karın ağrısı problemi başlamıştı. Bu durumdan ders çıkararak konuyu dert etmedim. Yarış bilgilendirme toplantısında son turun Gloria Sports Arena'da atılacağı söylenmişti. Ben de bunu atletizm pistinde bir tur atacağımız şeklinde yorumlamıştım. Saatim 20.5 km koştuğumu gösterdiğinde Sports Arena'ya ulaşmıştım, yarış bitmek üzereydi. 20 metre ötemde bitiş takını gördüm ama saatim 20.7 km gösteriyordu. Yarışın bitmediği ve tur atacağımız düşüncesiyle önce bocaladım. 1 saniye sonra işin bittiğini ve içerde tur atılmayacağını anlayınca bitişe yöneldim.


Ve ekranda ismimi gördüm. Derecem 5 saat 50 dakikaydı Amacıma ulaşmıştım.

Eğer bocalama yaşamasaydım veya Alman arkadışıma yardım için duraklamasaydım, 5 saat 40 küsür dakika ile bitirebilirdim ama bunlar da yarışın bir parçasıydı. Tüm hedeflerime ulaşarak tamamladığım yarış sonrası madalyamı ve sadece yarışı tamamlayanlara verilen tişörtümü aldım.

Ve tüm sevinçlerimi paylaştığım ailemin yanına koştum. Adet olduğu üzere Ironman logosu önünde fotoğraf çektirme seremonisi başlamıştı. Bir gün önce Iron Kids'de yarışan oğlum ve en büyük destekçimiz sevgili eşimle beraber bu gurur anını ölümsüzleştirdik.



Kendimi bambaşka bir boyutta tanımamı sağlayan Ironman hazırlıkları ve yarışı sona ermişti. Bana kazandırdıkları için minnettarım. Tonlarca ders çıkardığım bir süreç oldu. Ankara'da triatlon yapmanın zorlukları, aile yaşantısı, iş güç derken başarmıştım. En önemlisi ise 1 küsür sene boyunca tek başıma belirlediğim ve adım adım uyguladığım stratejilerimin ve zorluklara karşı ürettiğim çözümlerin sonucunu almıştım. Bunun için tanrıya şükürler olsun.

Yazı uzadıkça uzadığı için artık bu noktada kesiyorum. Paylaşmam gerektiğini düşündüğüm başka şeyleri anımsarsam bunları da yazacağım. Şimdilik bu kadar. Belki bir gün Ironman 140.6 yapmaya karar verirsem bu süreci daha detaylı olarak paylaşacağım. Unutmayın: yapmıyorsanız istemiyorsunuzdur!

Herkese esenlikler

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Bisiklet taşıma yöntemleri üzerine bir yazı

Herkese esenlikler,

Bisikleti araçla taşıma gereksinimi hepimizin başına gelmiştir. Bunun için belli başlı çözümler var. Bisikleti zahmetsizce koyabileceğiniz bir pick-up'ınız yoksa genel olarak elimizdeki seçenekler:

  • Aracın arkasına asmaya dayalı çözümler
  • Aracın tavanına koymaya dayalı çözümlerdir.
Aracın arkasına asmaya dayalı çözümlere yöneldiğimizde, çok ucuzundan çok pahalısına kadar birçok ürün karşımıza çıkıyor. Ben şahsen bunlardan çok ucuzunu da orta pahalılıkta olanları da denedim. Bu yöntem, bisikleti taşıyacağınız mesafe kısaysa ve hızınız 50-60 km/sa geçmeyecekse tercih edilebilecek bir yöntem. Ancak dezavantajları var. Fren yaptığınızda bisikletin tampona değmesi ve çizmesi, kurulumun zaman alması sayılabilir. Eğer aracınızda çekme tokası varsa, buna bağlanan ve görece zahmetsiz çözümler de var. Ancak genelde arabalarımızda çekme tokası yok ve bu çözümü kullanmak herkese yönelik değil.

Tavana koymaya dayalı çözümler ise, büyük turlarda takım arabalarında görmeye alışık olduğumuz çok güvenilir bir yöntem. Bu yöntemin avantajı ise bisikleti zahmetsizce monte edebilme ve alabilme. Ekim ayında Antalya'da yapılacak Iron Man yarışına bisikletimi nasıl taşıyacağımı tasarlarken bu yöntemi denemeye karar verdim. Yarışa giderken kullanacağım araba Ford Fiesta. Uzun araştırmalar sonunda Türkiye'de bu çözümü kullanabilmek için 2 şey yapmak zorunda olduğumu gördüm. Birincisi, arabanıza tavan atkı barı diye tanımlanan bir aparat takmanız gerekiyor. Tabii aracınızda tavan port bagaj çıtaları yoksa. Bu ürün Türkiye'de kolaylıkla bulabileceğiniz bir ürün. Ancak kalitesi fiyatına göre değişiyor. Plastik ve aluminyumdan yapılan versiyonları var fiyatları 150 TL civarında. Ancak yük taşıma kapasiteleri kısıtlı, 50 kg kadar. Bu ürünü almayın derim zira çok dayanıksızlar. Ben tam bu ürünü alacakken, karşıma Ankaralı bir firma çıktı: Yurttel Oto Aksesuarları (http://www.yurttel.com.tr). Firmanın uzmanlığı, port bagaj çözümleri ve tavan atkı barları. Bu firma ile tanışmanın bana avantajı şu oldu: 150 TL ye almak üzere olduğum ürünün ne kadar dayanıksız bir ürün olduğunu gördüm. Bunun üzerine, firmanın kendi üretimi olan çözümü satın aldım. Firma kendi çözümlerinin 200 kg'ye kadar yük taşıyabildiğini söyledi ki benim edindiğim izlenim de sağlamlığını destekler yönde. 

Tavan atkı barını taktıktan sonra sıra tavan üstü bisiklet taşıyıcısını almaya gelmişti. Burada karşınıza çıkan en iyi ürün Thule 532 Freeride. Tek bisiklet taşımaya dayalı bu çözüm zaman içerisinde fason üretimle kopyalanmış. Türkiye de de birçok firma, ya fason üretimle ya da doğrudan Çin'den ithalat yöntemiyle bu ürünü portföylerine katmışlar. Ben deltabisiklet'ten 300 TL'ye aldım. Montajı kendim de yapabilirdim ama sağolsunlar Yurttel bana bu konuda destek vermeyi vaad ettikleri için ürünü alıp onların kapısını çaldım. 20 dakikalık montajdan sonra bisikleti koyma zamanı gelmişti. İlk montajım, 10 dakika aldı. Ama daha sonraki montajım 5 dakikada tamamlandı. Ve karşınızda 525 TL'ye mal ettiğim araç üstü bisiklet taşıma çözümüm:

Bisikleti monte ettikten sonra, test sürüşüne çıktım. Antalya'ya giderken göreceğim hızlar 121 km/sa civarında olacağından bu hızlarda çözümümün nasıl davranacağını merakla bekliyordum. Tavan atkı barı gidiş yönüne dik durduğundan ve bu durum bir aerodinamik direnç yarattığından bir ıslık sesi duyuluyor. Ama bisikletin varlığı buna ek bir katkı yapmıyor. İstemsiz olarak ara sıra camı açarak bisikleti kontrol etme ihtiyacı hissettim. Ama şunu söyleyebilirim ki bisiklet sallanmıyordu bile. Bir ara bisikletin gölgesinin yola yansıdığını gördüm ve gölgeyi takip ettim. Gölgenin stabilitesi içimi daha da rahatlatmaya yardımcı oldu.
Sonuç olarak, herkese gönül rahatlığı ile önerebileceğim bir çözüme kavuştum. Ha bir de şu var: hem tavan atkı barları hem de bisiklet taşıyıcının tüm bileşenleri alüminyum ve plastikten yapıldığından, paslanma gibi bir endişeniz de olmasın. Ayrıca, hem bisikletli konfigürasyonda hem de bisikletsiz durumda düzeneğinizi anahtarla kitleyerek güven altına alabiliyorsunuz. Yani mola verdiğinizde veya aracınızı bir nedenden dolayı park ettiğinizde aklınız arabanızda kalmak zorunda değil. 

Herkese esenlik dolu günler dilerim.